KAS VE NÖROMÜSKÜLER KAVŞAK HASTALIKLARI
Piraye SERDAROĞLU, Feza DEYMEER
Son güncelleştirme tarihi: 15. 11. 2009
İSKELET KASI
Hareketin
son ortak yapısı olan iskelet kasları (çizgili kaslar), kas lifi
adını alan hücrelerden oluşurlar (Şekil 1).
Olgunlaşmış kas hücresi olan kas lifi, boyu birkaç santimetreye
kadar ulaşabilen, iğ görünümünde ve çok çekirdekli bir
yapıdadır. Çok sayıda ve çevrelerindeki bazal ve retiküler
laminalar (endomizyum) ile birbirinden ayrılmış olan kas
lifi toplulukları kas fasikülünü oluşturur. Endomizyumda
kapillerler ve intramüsküler sinir lifleri bulunur. Fasiküller ise birbirinden perimizyum
adı verilen bağ dokusu ile ayrılır. Perimizyal alanda,
arteryol ve venüllerle birlikte kas liflerine yönelmiş motor sinir demetleri
bulunur. Birkaç fasikülü, epimizyal bağ dokusu çevreler. Epimizyumda
ise daha büyük çaplı damarlar vardır.
Şekil 1. Çizgili kasın
şematize edilmiş yapısı
Diğer mezodermal kökenli hücrelerden farklı olarak kas lifi
kendisine gelen uyarıyı alan, uyarlayabilen, yayan ve buna
kasılma ile yanıt verebilen bir hücredir. Bu nedenle uygun özellikte
ve dayanıklılıktadır, yoğun enerji kullanır.
Kendisinden beklenen fonksiyonlar kas lifi yapısının özgün
olmasını gerektirir.
Kas lifi membranı
sarkolemma adını alır. Sarkolemma, iki katmanlı
lipid yapısındadır. Bu iki katmanın içine gömülü olarak
proteinler yerleşmiştir (integral membran proteinleri). Lipid
katmanların dışta olanı bazal lamina ile içte olanı
ise hücre plazması ile komşuluktadır. Sarkolemma üzerindeki en
önemli yapılardan birisi, motor sinir akson terminalinin sinaps
yaptığı, nöromüsküler kavşağın postsinaptik
bölgesidir.
Nöromüsküler
kavşak yapısına bir bütün olarak bakalım (Şekil 2):
Tek bir kas lifini bir motor sinir terminali innerve eder. Genellikle her kas
lifinde bir adet olan nöromüsküler kavşak, motor sinir terminali
(presinaptik bölge), kas lifi membranı (postsinaptik bölge, motor son
plak) ve aralarında bulunan bazal laminadan (sinaptik aralık)
oluşur. Sinir terminalinde çok sayıda, asetilkolin (ACh) molekülü
içeren sinaptik veziküller, membranın serbestleşme bölgeleri, yani
aktif bölgeler bulunur. Kas membranı ise sinir terminali ile
bağlantı kurduğu postsinaptik bölgede, kıvrımlar
yaparak çok özelleşmiş bir yapı halini alır.
Kıvrımların nedeni membranın, bu bölgede alanını
çok genişletmesi ve sinir-kas iletisinden, olabilecek en fazla
şekilde yararlanmasıdır. Kıvrımların tepe kısımlarında
nikotinik asetilkolin reseptörleri (n-AChR) bulunur. Bu reseptörler, sinir
terminalinden salınan ACh moleküllerini yakalamak, kullanmak ve kendisine
gelen bu kimyasal uyarıyı alarak membranda depolarizasyon
dalgasının oluşmasını başlatmakla yükümlüdürler.
Bu son plak bölgesinin hemen altındaki subsarkolemmal alanda, hücre içinde
bulunan veya bulunmayan birçok protein, ayrıca mitokondriler
yoğunlaşmış olarak bulunurlar.
Şekil 2. Nöromüsküler
kavşak. Aksiyon potansiyeli sinir terminaline ulaştığında
voltaj kapılı Ca kanalları açılır ve Ca sinir
terminaline girer. Bunun etkisi ile asetilkolin (ACh) ihtiva eden veziküller
presinaptik hücre membranı ile birleşir ve ACh sinaptik aralığa
salınır. AChin ACh reseptörlerine (AChR) bağlanması sonucu
kanal açılır ve Na hücre içine girerek kas membranı boyunca
yayılacak olan aksiyon potansiyelini başlatır. VGCC: voltage
gated calcium channel
Sarkolemma üzerinde ayrıca caveola isimli invaginasyonlar ve
eksitasyon-kontraksiyon işleminde önemli rol oynayan transvers tübüler
sistem invaginasyonları bulunur.
Kas
membranının yapısal bütünlüğünü ve
sağlamlığını sağlayan proteinlerin
başında distrofin gelmektedir (Şekil 3).
İkili ters sarmal yapısında olan her bir distrofin molekülü, N-
ucu ile subsarkolemmal yerleşimli a -aktinin aracılığı
ile hücre içine, C- ucu ile ise, ektraselüler matriksteki laminin
aracılığı ile hücre dışına
bağlanır. Ekstraselüler matriks ile bağlantı, yine
membranda bulunan distrofinle ilişkili proteinler (sarkoglikanlar ve
distroglikanlar) aracılığı ile olur. Böylece kas
membranı iki yandan sağlam olarak hücre içine ve hücre
dışına bağlanmış olur. Bu bağlanma çok
gereklidir, çünkü kas hücresi, diğer hücrelerden farklı olarak,
kasılabilen bir hücredir ve bu kasılma sırasında membran
çok fazla yük altında kalarak gerilir. Membranın bu bütünlüğü ve
bağlanması bozulduğunda dayanıklılığı
ortadan kalkar ve yırtılması kolaylaşır.
Şekil 3. Çizgili kas membran
proteinleri
Kas lifi sitoplazması sarkoplazma adını alır.
Sarkoplazma içinde mitokondriler, lizozomlar, ribozomlar, endoplazmik
retikulum, Golgi organı, sarkoplazmik retikulum, T-tübülleri, lipid
damlacıkları, glikojen partikülleri, bazı proteinler ve tümüyle
kas hücresine özgü olan miyofilamentler bulunur. Miyofilamentler, kas
lifinin kasılmasını sağlayan fibriler proteinlerdir,
kalın ve ince filamentlerden oluşurlar. Kalın filamentlerin ana
proteini miyozin, ince filamentlerinki ise aktin proteinidir (Şekil
1). Yapı ve işlevleri başka proteinler tarafından da
belirlenen bu miyofilamentler kas lifi uzun eksenine paralel
yerleşmişlerdir ve lif boyunca tekrarlar oluştururlar. Bu tekrar
birimlerinin her biri bir kasılma ünitesidir ve sarkomer adını
alır (Şekil 4). Her sarkomer kas lifinin uzun eksenine dik,
titin ve nebulin proteinlerini de barındıran Z-bantlarından
başlar. Kontraktil miyofilamentlerin bu diziliş biçimi iskelet
kasına çizgili bir görünüm verir.
Şekil 4. A) Bir Z bandından diğerine uzanan sarkomer
kasın kasılma ünitesidir
B) Sarkomerlerden oluşan iskelet kasının çizgili görünümü
Kas lifleri,
birbirinden farklı biyokimyasal ve fizyolojik özelliklere sahip iki ana
gruptan oluşur. Tip-1 kas lifleri kan akımı ve
oksijenlenmesi çok iyi, mitokondri ve lipidten zengin, dolayısı ile
aerobik koşullarda çalışan, uzun süreli ve/veya yavaş ama
fazla güç gerektiren hareketleri yaparken (maraton koşusu, v.s.) kullandığımız,
geç yorulan kas lifleridir. Buna karşılık tip-2 kas lifleri,
kan akımı ve oksijenlenmesi daha az olan, genel olarak anaerobik
koşullarda da kasılabilen, glikojenden zengin, daha çok
hızlı ve ani hareketleri yapmamızı sağlayan
(hızlı koşmak, v.s.) ve çabuk yorulan kas lifleridir. Tip-2
lifleri, kendi içinde Tip-2A, 2B ve 2C olarak ayrılırlar. Kas
liflerinin bu özellikleri birkaç faktör tarafından belirlenir. Bu
faktörlerin başında, her bir kas lifini innerve eden motor nöronun
tipi gelmektedir. Normal bir kasta kas liflerinden birbirine komşu
olanlar, farklı tipteki motor nöronlar tarafından innerve edilir ve
böylece uzaysal dağılımda tip-1 ve tip-2 lifleri mozaik
oluşturur. Böylece aynı kas içinde hem çabuk ve kısa süreli kasılabilecek,
hem de yavaş kasılıp hareketi sürdürebilecek kas lifleri
birlikte bulunur. Bu birliktelik, bir hareketin başlatılabilmesi ve
sürdürülebilmesi açısından önemlidir.
Kas lifleri, asıl fonksiyonları olan kasılma
sırasında, enerji ihtiyacı içindedir. Bu enerjiyi üç ana
yakıtı, glikojeni, lipidleri ve gerekirse proteinleri kullanarak ve
ATP üreterek elde ederler. Her üç yakıttan elde edilen enerjinin ana
kısmı mitokondri içindeki sistemler aracılığı ile
elde edilir (sitrik asit döngüsü, beta-oksidasyon vs). Son ortak enerji üretim
yolu ise yine mitokondridedir ve en yüksek miktardaki enerjinin üretildiği
süreçtir (oksidatif fosforilasyon).
Kas lifinin
kasılmasının başlaması motor sinir terminalindeki
elektriksel uyarının biyokimyasal uyarıya dönüşmesiyle
sinaptik yoldan ve ACh aracılığı ile olur. Son plak
bölgesindeki sinapsa verilen ACh molekülleri, reseptör ile birleşir ve
buradaki katyon kanalları açılarak sodyum kas hücresi içine girer
(iyon kanallarının özellikleri ile ilgili bilgi daha sonra
verilecektir). Bu katyon değişimi 0mV düzeyinde bir dengeye
ulaştığında postsinaptik membranda depolarizasyon
başlar (son plak potansiyeli, endplate potential, EPP). EPP amplitüdü
aksiyon potansiyeli (AP) için gereken eşiğe ulaşırsa kas
lifi boyunca yayılan AP oluşur yani depolarizasyon sarkolemma boyunca
yayılır. Miyofibril eksitasyonu ve kas kontraksiyonu için bu
depolarizasyonun sarkolemmada transvers tübül sistemlerinden geçerek
sarkoplazmik retikuluma ulaşması gerekmektedir. Bu bölgelerin
depolarizasyonundan sonra tübüllerin sisterna bölgelerindeki dihidropiridin
reseptörleri tübüllerdeki uyarıyı, protein eşleşmesi
yoluyla, intraselüler komşuluklarındaki sarkoplazmik retikulum
ryanodin reseptörlerine ulaştırırlar. Sarkoplazmik retikulumdaki
ryanodin reseptörleri aracılığı ile sarkoplazmaya,
miyofibrillerin çevresine Ca++ salınır. Ortamda Ca++
artışı sonucunda miyofilament düzenleyici proteinlerden
tropomiyozin, troponin ile aktinin bağlantısını keser ve
aktin miyozin üzerinde, ATPnin hidrolizasyonu ile oluşan ADP ve Pi
bağlantısı aracılığı ile, kayarak
kontraksiyonu gerçekleştirir (Şekil 1). Bu sırada
kasın boyu kısalır ama hacmini korumak için eni genişler.
Eğer uygulanan kasılma uyarısı çok fazla ise kas
kısalmadan kontraksiyon gerçekleşir. Gevşemenin
oluşabilmesi için Ca++ un yeniden ortamdan sarkoplazmik
retikulum içine çekilmesi ve aktin-tropomiyozin, troponin
bağlantısının oluşabilmesi gerekir.
İYON KANALLARI
Kas lifi membranındaki lipidler büyük ölçüde hidrofobiktir ve
hidrofilik iyonların geçişine elverişli değildir.
İyonlar hücre içine ancak membrandaki özel kanallardan geçerek
girebilirler. Bu kanallar, membranın tüm kalınlığı
boyunca yerleşmiş olan proteinlerin oluşturduğu
deliklerdir. İyon kanallarının en önemli özelliği spesifik
bir iyonu tanıyıp seçmeleridir. İyon kanallarından
geçiş pasiftir: hücre membranının iki tarafı
arasındaki elektriksel potansiyel ve konsantrasyon farkı, söz konusu
olan iyonun belli bir yönde geçişini sağlar.
İyon kanallarının genellikle iki veya daha fazla farklı
durumu vardır. Örneğin, sodyum kanalları açık ve
kapalı halde bulunabilir. Kapalı oldukları zamanlarda da iki
farklı durumda olabilirler: istirahat hali (potansiyel olarak aktive
olabilirler) ve inaktivasyon hali (refrakter, aktive edilemezler). Bir durumdan
bir diğerine geçiş kanalın kapı (gate) görevi yapan
kısımlarının açılıp kapanmasıyla olur.
Kanalların birçoğunun açılıp kapanması bazı
dış faktörlerin etkisiyle olur (kapılı kanallar). Bu faktörler
elektriksel (voltaj-kapılı), kimyasal (ligand-kapılı) veya
mekanik (mekanik-kapılı) olabilir. Bazı kanallar ise herhangi
bir dış faktörün etkisi olmaksızın açık halde
bulunurlar (kapısız kanallar).
Voltaj kapılı iyon kanalları
Voltaja bağımlı
kanallardan potasyum kanalı (VGKC), sodyum kanalı ve kalsiyum
kanalının (VGCC) aynı kökten geldiği düşünülür ve
temel yapıları birbirine benzer. İyon seçiciliği ve voltaj
fark edicilik fonksiyonlarını başlıca α subünitesi
üstlenmiştir. Bir α subünitesinin temel motifi 6 transmembran
segmentten (S1-S6) oluşan bir yapıdır. Membrandaki voltaj
değişimini fark edenin bu transmembran segmentlerden dördüncüsü (S4)
olduğu düşünülmektedir. Potasyum kanalının α
subünitesi tek bir temel motiften ibarettir. Sodyum ve kalsiyum
kanallarının bir α subünitesi ise temel motifin 4 kez
tekrarından oluşur. Sodyum ve kalsiyum kanallarında
iyonların içinden geçtiği kanalın deliğini oluşturan
tek bir α subünitesi iken potasyum kanalında 4 subünite deliği
oluşturur. Her üç kanalda da α subünitesi dışında
başka subüniteler de bulunur. Klor kanalının yapısı bu
üç kanalınkinden farklıdır.
Kas iyon kanalı hastalıkları adı altında toplanan bir
grup hastalıkta bozukluk iskelet kasının sodyum, klor veya
kalsiyum kanallarındadır. Son zamanlarda potasyum kanal
bozukluklarının da benzer hastalıklara neden olabileceği
bildirilmiştir. Kas iyon kanalı hastalıklarındaki
semptomların (miyotoni ve zaaf) patogenezini anlayabilmek için kısaca
istirahat halinde membran potansiyelinin ve aksiyon potansiyelinin nasıl
oluştuğunu hatırlayalım. Sodyum ve potasyum
kanallarının fonksiyonel olarak benzerliklerini ve
farklarını gözden geçirmek bu olayları anlamayı
kolaylaştırabilir. Depolarizasyon her iki kanalın da
açılmasına neden olur ve depolarizasyon arttıkça kanalların
açılma olasılığı ve hızı artar.
Aralarındaki fark sodyum kanallarının potasyum kanallarına
göre daha hızlı açılması ve depolarizasyon uzadıkça
sodyum kanallarının kapanmaya (inaktivasyon) başlaması,
potasyum kanallarının ise açık kalmasıdır.
İstirahat halinde hücre içinde potasyum katyonu ve organik anyon
konsantrasyonu hücre dışına göre yüksek, hücre
dışında ise sodyum katyonu ve klor anyonu konsantrasyonu daha
yüksektir. Hücrenin iki tarafı arasında, hücre içi hücre
dışına göre daha negatif olmak üzere 60 mV civarında olan
elektriksel bir potansiyel farkı (istirahat membran potansiyeli)
vardır. Bu fark, bir taraftan aktif olarak sodyumu dışarı
atıp potasyumu içeri sokan (3 sodyuma karşı 2 potasyum)
sodyum-potasyum pompası, diğer taraftan da pasif olarak sodyumun
içeri girip potasyumun dışarı çıkmasını
sağlayan iyon kanalları sayesinde korunur.
Membran potansiyelinin oluşmasında çok önemli rol oynayan ve iyon
kanallarının başlıca rol oynadığı bu pasif
olaylara biraz daha yakından bakalım. İstirahatte gerek hücre
dışında sodyum konsantrasyonunun daha yüksek olması, gerekse
de hücre içinin daha negatif olması dolayısıyla, yani hem
elektriksel hem de kimyasal gradyentin gereklerine uygun olarak, sodyum kendi
iyon kanallarından hücre içine girer. Bu durumda içerdeki negatiflik
azaldığından potasyum kendi iyon kanallarından dışarı
çıkar, diğer taraftan hücre içindeki potasyum konsantrasyonunun hücre
dışına göre daha yüksek olması da potasyumun yine pasif
olarak hücre dışına çıkmasına neden olur. Sodyumun istirahatte
hücre içine girmesi için büyük bir elektrokimyasal güç vardır, ancak
istirahatte az miktarda sodyum kanalına karşın çok miktarda
potasyum kanalı açık olduğundan içeri giren sodyuma göre daha
çok potasyum hücre dışına çıkacak ve hücre içinin görece
negatifliği korunacaktır (membran potansiyeli 60 mV civarında
tutulacaktır). Membran potansiyelinin oluşması
sırasında cereyan eden bu olaylarda çok az sayıda iyonun
membranın iki tarafı arasında yer değiştirmesi
yeterlidir. Klor kanallarının da istirahat membran potansiyelinin
oluşmasına katkısı vardır.
Depolarizasyon başlayınca ve arttıkça giderek daha çok
sayıda sodyum iyon kanalı açılır. Membran potansiyeli
aksiyon potansiyeli oluşturmak için gereken eşiğe
ulaşınca bütün sodyum kanalları hızlıca
açılır. Depolarizasyon sırasında potasyum kanalları da
açılır ama bu açılma sodyum kanallarına göre daha
yavaştır. Depolarizasyon süregeldikçe sodyum kanalları kapanmaya
başlar (inaktivasyon safhası), diğer taraftan potasyum
kanalları da giderek daha çok açılır ve böylece depolarizasyon
sona erer. Hücrenin hiperpolarize olduğu kısa bir dönemden sonra
hücre repolarize olur, yani yeniden uyarılmanın mümkün olduğu
yukarda anlatılan istirahat haline geçer.
Kas hücre membranında oluşan depolarizasyon transvers tübüllerdeki
VGCCleri uyarır. Bunlar da sarkoplazmik retikulumun T tübülüne komşu
bölgesindeki Ca release" kanallarının açılmasını
ve böylece sarkoplazmik retikulumdaki kalsiyumun hücre içine verilmesini
sağlar. Hücre içindeki kalsiyum artışı miyofibrillerin
kasılmasına neden olur.
İyon kanallarının incelenebilmesi voltage-clamp
(gerilim düzenleyici) ve patch-clamp teknikleri sayesinde olmuştur.
Voltage-clamp, membran potansiyelinin istenen bir seviyede
tutulmasını sağlar. Bu sırada voltaja
bağımlı iyon kanalları açılıp kapanmaya devam
eder. Membran potansiyeli değiştiğinde bu yeni potansiyeli
önceden belirlenmiş olan eski seviyesine getirmek için voltage-clamp belli
bir akım yaratır. İşte bu akım membrandaki iyon
kanallarından geçen akımın göstergesidir. Membranın çok
ufak bir parçasının elektriksel olarak izole edilip tek tek iyon
kanallarının incelenmesi ise patch-clamp tekniğinin
esasını oluşturur.
Birçoğu 19. Yüzyıldan beri bilinen iyon
kanalı hastalıklarının iskelet kası iyon
kanallarının bozukluğundan kaynaklandığının
anlaşılması iki önemli alandaki gelişmeler sonucu
olmuştur: modern elektrofizyoloji ve moleküler biyoloji. Membrandaki iyon
kanallarının incelenmesini sağlayan voltage-clamp (Hodgkin ve
Huxley, 1952) ve patch clamp (Neher ve Sakmann, 1976) gibi elektrofizyolojik
incelemeler sayesinde bu hastalıklardan bazılarının klor,
bazılarının ise sodyum iyon kanalı bozukluğu sonucu
oluştuğuna dair, gen araştırmalarına da
ışık tutan, değerli bilgiler elde edilmişti.
1990lı yıllarda bu hastalıkların gerçekten de tahmin
edilen iyon kanalını kodlayan genlerdeki mutasyonlara bağlı
olarak ortaya çıktığı anlaşıldı. Kalsiyum
kanalı hastalıklarında ise elektrofizyolojik incelemeler ile
genetik incelemeler arasında benzer bir uyuma henüz varılamadı.
Aynı gen içindeki farklı mutasyonlar aynı
fenotipe neden olabileceği gibi farklı fenotiplere de yol açabilir.
Örneğin, sodyum kanalındaki mutasyonlar, hiperkalemik periyodik
paralizi, paramiyotonia konjenita, potasyumun arttırdığı
miyotoni veya hipokalemik periyodik paraliziye yol açabilir.
Ligand kapılı iyon kanalları
Kas hastalıkları açısından en önemli
ligand kapılı iyon kanalı nikotinik asetilkolin reseptörüdür
(AChR). Bu kanal erişkinde iki α, bir β, bir δ, bir ε
olmak üzere beş subüniteden oluşur, fetusta ε yerine γ
subünitesi bulunur. Asetilkolin yapışma yeri α
subünitelerindedir. Asetilkolin ile birleşme sonucu açılan kanal
fazla selektif olmaksızın Na+ ve K+
iyonlarını geçirir. Bu kanalın immünolojik bozuklukları
myasthenia gravise, genetik defektleri ise konjenital miyastenik sendromlara
yol açar.
KAS HASTALIKLARINDA BELİRTİ VE BULGULAR
GÜÇSÜZLÜK
Kas
hastaları genellikle yokuş ve merdiven çıkma, oturduğu
yerden kalkma, yürüme, kollarını kaldırıp yükseğe
uzanma, başını yıkamada güçlük gibi, kök kaslarında
güçsüzlük nedeni ile ortaya çıkan yakınmalarla doktora
başvururlar. Bazen bunlara gözkapaklarını açma veya kapama,
değişik yönlere bakma, yüzün mimik hareketlerini yapma, çiğneme,
yutma, başını yastıktan kaldırma gibi hareketleri
sağlayan kasların güçsüzlüğü de eşlik eder. Birçok kas
hastalığının ilerlemiş dönemlerinde tabloya ayak ve el
kasları gibi distal kasların güçsüzlüğü de eklenir. Ancak
bazı kas hastalıklarında bu distal kasların tutulumu
hastalığın en erken ve en belirgin bulgusu olabilir (distal
miyopatiler). Bazı kas hastalıklarının ise kendine özgü
güçsüzlük dağılımı vardır; bu
dağılımlara rastlandığında öncelikle o
hastalıkların varlığı düşünülmelidir.
Örneğin yüzün mimik kasları, skapulayı yerinde tutan kaslar ve
humerus çevresi kaslar, özellikle de asimetrik biçimde tutulmuşsa fasyoskapulohumeral
distrofiyi, frontal, yüz kasları ile birlikte sternokleidomastoid kas ve
distal (özellikle tibialis anterior) kasların tutulması öncelikle
miyotonik distrofiyi düşündürür.
Birçoğu
kalıtımsal olan kas hastalıklarında güçsüzlük yıllar,
hatta on-yıllar içinde gelişir, hastalık kronik gidişlidir.
Edinsel kas hastalıklarından inflamatuvar miyopatilerde ise
zaafın gelişimi subakuttur; hasta birkaç hafta veya ay içinde ciddi
fonksiyon kaybına ve sakatlık durumuna ulaşır.
Rabdomiyoliz, malin hipertermi gibi durumlarda ise güçsüzlük saatler içinde
ilerler ve en çok birkaç gün içinde en üst düzeyine ulaşır. Bazı
durumlarda güçsüzlük hastada akut ve epizodik olarak yerleşir ve
tekrarlar. Periyodik paraliziler bu son duruma örnektir. Myasthenia graviste
olduğu gibi bazen güçsüzlük gün içinde değişkenlik gösterir
(fluktuasyon). Birçok miyopatide kalp kası ve solunum
kaslarının, değişik derecelerde tutulması söz
konusudur.
EGZERSİZ
İNTOLERANSI
Belirli bir
hareketi yapmakla, o hareketi yapan kasta gelişen ve normalde
olmaması gerektiği ölçüde olan yorgunluğa egzersiz
intoleransı denir. Bazen bu yorgunluğa ağrı da
eşlik edebilir. Genellikle metabolik hastalıkların seyri
sırasında görülür. Yorgunluğu doğuran hareket, hareket
sırasında enerji elde etmek için kullanılan metabolik yollardan
hangisinin tutulduğuna bağlıdır. Örneğin bir hastada
yürürken egzersiz intoleransı gelişiyor ancak bu hasta
hızlı koşarken rahatsız olmuyorsa bu durum öncelikle, tip-1
kas lifleri ile yavaş hareketleri yapmamızı sağlayan lipid
metabolizması yolunun bozukluğunu düşündürmelidir. Buna
karşılık hastada aynı yakınma örneğin seri ve
hızlı yapılan yer silme gibi bir kol hareketinde, kol
kaslarında ortaya çıkıyorsa bu kez başlıca tip-2 kas
liflerinin kullandığı glikojen metabolizmasının bozuk
olduğu düşünülmelidir. Bu yolların veya son ortak enerji yolu
olan oksidasyon-fosforilasyon sisteminin bozukluğunda, egzersiz
intoleransına serum laktat, piruvat, amonyak, miyoglobin düzeylerinde, her
bir metabolik bozukluğa özgü olan değişiklikler de eşlik
edebilir.
BİTKİNLİK
Myasthenia
gravis ve kas-sinir kavşağının diğer
hastalıklarında bir hareketi yapmakla o kasta, bazen başka
kaslarda da, çok ileri derecede yorgunluk (tükenme) ortaya çıkar. Bu
yorgunluk, başlangıçta normal veya daha iyi güç oluşturan
kasın hareketinde devamlılığın
sağlanmasındaki güçlük nedeni ile ortaya çıkar. Burada bozukluk
sinir-kas kavşağındadır ve sorun, ACh ile n-AChR
arasındaki iletişimin, biri veya diğerinin defektine
bağlı olarak yeterli düzeyde olmamasıdır.
ATROFİ
Kas
hastalıklarında atrofi, periferik sinir hastalıklarındakine
oranla çok daha geç gelişir. Bunun nedeni kas liflerinin tek tek
hastalanması ve ancak zaman içinde, yeterince kas lifi tutulduktan sonra,
kasın tüm kitlesini etkileyecek ölçüde küçülmesine, yani atrofiye neden
olmasıdır.
HİPERTROFİ
Gerçek
hipertrofi, miyotoni gibi kasılmanın belirgin, gevşemenin ise
zor olduğu durumlarda görülür. Miyotoniye kas zaafının
eşlik etmediği durumda (myotonia congenita), hipertrofi nedeni ile
hasta Herkül görünümündedir.
PSÖDOHİPERTROFİ
Adından
anlaşılacağı gibi, yalancı hipertrofidir.
Hastalık nedeni ile henüz kaybedilmemiş kas liflerindeki hipertrofiye
bağ ve yağ dokusundaki artış da eşlik eder ve kas
kitlesi bu nedenle artar. En sık baldırlarda gastroknemius-soleus kas
grubunda, bazen kuadriseps kasında, bazen de başka kaslarda görülür.
Aynı miyopati nedeni ile çevredeki kasların atrofik durumda
olması bu genişlemiş görüntüyü abartılı hale getirir.
Şekil
5. Duchenne
Müsküler Distrofili bir hastada baldır psödohipertrofisi
KEMİK
VETER REFLEKSLERİ (KVR)
Kas
hastalıklarında KVR de, o kastaki zaaf ve atrofi ile
orantılı olarak ve zaman içinde azalır veya kaybolur. Buna
karşılık polinöropatilerde KVR birden veya çok kısa sürede
kaybolur.
MİYOTONİ
Klinik olarak
miyotoni güçsüzlüğün tersine, kasılmanın normal veya oldukça
iyi, kasıldıktan sonra gevşemenin güç olduğu bir durumdur.
Bu gevşeme güçlüğü o kasın, istirahatten sonraki ilk
hareketlerinde çok belirgindir, aynı hareket tekrarladıkça harekette
rahatlama görülür, çünkü gevşeme güçlüğü azalır. Örneğin
hasta sabah yataktan ilk kalktığında, durakta otobüs beklerken
otobüsün geldiğini görünce aniden koşup yakalamaya çalıştığında,
başını aniden bir yöne çevirdiğinde, suskunken birden
konuşmaya başladığında, eli ile bir şey
tuttuğunda veya sıktığında, yemek yemeye
başladığında ilgili harekette tutukluk hisseder. Bu
tutukluk bazen romatizmal hastalıklar, özellikle sabah tutukluğu ile
karıştırılabilir. Miyotoni, myotonia congenitada
olduğu gibi, bazı hastalıklarda tek belirtidir; bazen de
kalıcı kas güçsüzlüğü ile beraberdir: miyotonik distrofi buna
örnektir.
KONTRAKTÜR
Aynı
eklemin etrafındaki kasların kuvveti birbirinden farklı
olduğunda o eklem, belli bir pozisyonda durma eğilimi gösterir,
ilgili kasta kısalma olur ve zaman içinde eklemin bu pozisyonu
sabitleşir (kontraktür oluşur). Kas hastalıklarında bu
kontraktürün gelişmesi genellikle yıllar alır. Kontraktür
oluşuncaya kadar tendonda gelişen ve giderek artan sertlik, egzersizle
veya eklemi ters pozisyonda tutan atellerle önlenebilir veya
azaltılabilir. Ancak sabit kontraktür geliştikten sonra o eklem,
ancak cerrahi girişimle düzeltilebilir. Bazı miyopatiler kontraktür
oluşturmaya özellikle eğilimlidir. Bu durumlarda kontraktür,
kasların tutulumundan bağımsız olarak, oldukça erken
gelişir. Bu hastalıklarda kontraktürlerin
dağılımı da özellik gösterir. Bu hastalıklara örnek
olarak Emery- Dreifuss kas distrofisi ve rigid spine hastalığı
gösterilebilir.
Şekil 6. Emery-Dreifus
kas distrofisi olan bir hastada dirsek ve boyun arkası kontraktürü.
Kontraktür nedeni ile hasta dirseklerini açamamakta, başını öne
eğememektedir.
KAS
AĞRISI (MİYALJİ)
Jeneralize kas
ağrıları başlıca kaslardaki inflamatuvar, nekrotizan,
toksik veya metabolik süreçleri akla getirir. Metabolik hastalıklardaki
ağrı genellikle veya yalnızca egzersizle ilişkilidir.
Seyrek olarak distrofinopati, kaveolinopati gibi kas distrofilerinde de
egzersizle kas ağrıları, özellikle baldır ağrıları
görülebilir. Buna karşılık polimiyozit ve dermatomiyozite bazen,
rabdomiyolize ise hemen her zaman eşlik eden miyaljiler sürekli
ağrılardır. Bu ağrılar, ancak patolojik sürecin
gerilemesi ile ortadan kalkarlar. Lokal kas ağrıları ise
infeksiyon, lokal inflamasyon, infarkt, travma, hematom veya tümörlerde
görülür. Kas ağrılarını eklem ve kemik
ağrılarından ayırmak önemlidir. Eklem
ağrıları lokal ve ekleme sınırlıdır, o
eklemin hareketi ile artar. Kemik ağrıları ise daha derin,
şiddetli, şiddeti sürekli aynı kalan, birçok zaman geceleri
artan ağrılardır.
KRAMP
Kramp kas
hastalığından çok bir periferik sinir
hastalığını düşündürür. Buna rağmen, özellikle
egzersizle ortaya çıkan kramplarda ayırıcı tanıda
metabolik miyopatileri, distrofinopati, kaveolinopati ve disferlinopati gibi
kas distrofilerini de düşünmek gerekir. Kas miyofosforilaz
eksikliğinde (McArdle hastalığı) ortaya çıkan kramp,
egzersizi yapan kastadır ve elektrofizyolojik olarak sessizdir.
DİĞER
KASLARIN ZAAFI
Kas
hastalığı olduğu düşünülen bir hasta, özellikle
geceleri nefes darlığı veya nefesinin yetmediğinden söz
ediyorsa myasthenia gravis, asit maltaz eksikliği, polimiyozit mutlaka
tanı olasılıkları arasında olmalıdır. Yutma
güçlüğü ve ses kısıklığı da benzer durumları
akla getirmelidir. Belirgin çift görme, oftalmoparezi de gösteren mitokondriyal
miyopatiler veya okülofaringeal distrofiden çok myasthenia gravisi
düşündürmelidir. Yine boyun ekstansor kaslarının zaafına
bağlı gelişebilecek başın öne düşmesi myasthenia
gravis, polimiyozit gibi hastalıkları akla getirmelidir. Birçok
miyopatide ise boyun fleksiyon zaafı görülür.
SİSTEMİK
BULGULAR
Anamnez
alınırken bazı sorular hastaya özellikle sorulması çok
yardımcı olabilir. Örneğin rabdomiyoliz olduğu
düşünülen bir hastada o sırada veya daha önceleri idrar renginde
koyulaşma olduğunun anlaşılması tanıya çok
yardımcı olur. Bazı ilaçların (anti-hiperlipidemik veya
anti-hiperkolesterolemik ilaçlar, siklosporin-A, ipeka, amiodaron, kolşisin,
klorokin, d-penisilamin,v.s.) kullanımı ve bazı toksinlere maruz
kalmanın da miyopati yaratacağı bilinmeli ve hasta bu
açıdan da sorgulanmalıdır. Bazı sistemik
hastalıkların da miyopati yapacağı bilinmeli ve hasta bu
sistemik hastalıklar açısından da sorgulanmalıdır. Bu
hastalıklar arasında en sık düşünülmesi gereken
hipotiroididir. Sinir sisteminin başka bölümlerinin tutulması da
tanı olasılıkları yelpazesini daraltır. Örneğin,
miyopatisi olan bir hasta epileptik nöbetler geçirdiğinden söz ediyor veya
mental retardasyon gösteriyorsa mitokondriyal hastalıklar akla gelebilir.
BAŞLANGIÇ
YAŞI
Hastalığın
başlangıç yaşının öğrenilmesi
hastalığın gidiş hızını ve
doğasını anlamak için gereklidir. Çok yavaş ve sinsi
ilerleyen hastalıklarda hastanın ve ailesinin
hastalığın başlangıç yaşını
hatırlaması sıklıkla zor olur. Bu nedenle çoğu zaman
hastaya ve ailesine geçmiş yıllara ait hatırlatmalar yapmak
gerekebilir. Hastalık belirtilerinin başlangıcı
yenidoğan dönemi, çocukluk veya ergenlik döneminde ise öncelikle herediter
miyopatiler, genç ve orta erişkinlik döneminde ise öncelikle edinsel
miyopatiler, geç erişkinlik ve yaşlılık döneminde ise
öncelikle toksik-iyatrojenik miyopatiler akla gelmelidir.
AİLE
ÖYKÜSÜ (SOYGEÇMİŞ)
Birçoğu
genetik olarak kalıtılan kas hastalıklarında aile öyküsü,
anamnezin vazgeçilmez bir parçasıdır. Soyağacı, anne-baba
akrabalığı (akraba değillerse ailelerin aynı köy,
kasaba veya şehirden olup olmadıkları), ailedeki ölüm nedenleri,
ailedeki aynı hastalığı taşıyan bireyler ve
yaşları/cinsiyetleri, ailedeki hasta olmayan bireyler ve yaşları/cinsiyetleri
mutlaka kaydedilmelidir. Otozomal dominant geçiş belli
hastalıkları, otozomal resesif geçiş başkalarını,
Xe bağlı resesif geçiş ise diğer bazı kas
hastalıklarını düşündürür. Ayrıca
hastalığın başlangıç yaşı, ailede hasta olan
bireylerde klinik tablonun homojen olup olmamasına ait bilgiler de
tanıya yaklaşım açısından yararlıdır.
KAS HASTALIKLARINDA MUAYENE
Kas
hastalığına eşlik edebilecek bulgulardan yararlanmak için
nörolojik muayenenin tam olarak yapılması gerekir. Örneğin,
miyopatisi olan bir hastada merkezi sinir sisteminin tutulduğunu gösteren
bulguların varlığı bir mitokondriyal
hastalığı akla getirebilir. Ancak kası ilgilendiren
özelliklerin muayenesi ayrı bir özen gerektirir. Aşağıda
yalnızca bu muayene tekniklerine değinilecektir.
KAS GÜCÜ
MUAYENESİ
Herhangi bir
cihaz kullanmadan kas gücünün test edilmesi sırasında (manual
muscle testing) tüm dünyada yaygın olarak kullanılan
değerlendirme sistemi, (Medical Research Council (MRC)) skalası
kullanılmaktadır. Hareketin yerçekimi bağlamında
değerlendirilmesi önem taşır. Her bir kas bu prensip dikkate
alınarak test edilmelidir. Doğru yapılmış kas gücü
test sonuçları, zaafın dağılımını doğru
verecek ve tanıya yardımcı olacaktır. Dikkat edilmesi
gereken bir nokta, test edilmesi birçok zaman unutulan gluteus maksimus
kasının, kas hastalığı olduğu düşünülen bir
bireyde, diğer kasların gücü tam olsa bile, muayene edilmesinin
unutulmaması ve boyun fleksiyon zaafının mutlaka hasta sırtüstü
yatırılarak test edilmesidir. Yukarda anılan MRC sistemine göre
kas gücü aşağıdaki gibi değerlendirilir:
5/5 (Tam) kas gücü: Test edilen kas, yerçekimine karşı hareketini
tamamladıktan sonra, kendisine uygulanan tam karşı kuvvete, tam
bir dirençle karşılık veriyor.
4/5 kas gücü: Test edilen kas, yerçekimine karşı hareketini
tamamladıktan sonra, kendisine uygulanan tam karşı kuvvete,
direnç gösterebildiği halde, yeniliyor.
3/5 kas gücü: Test edilen kas, yerçekimine karşı hareketini
tamamladıktan sonra, kendisine uygulanan karşı kuvvete, hiçbir
direnç gösteremeden yeniliyor.
2/5 kas gücü: Test edilen kas, ancak yerçekimi etkisi
kaldırıldığında hareketini tamamlıyor.
1/5 kas gücü: Test edilen kas, yerçekimi etkisi
kaldırıldığında bile hareketini tamamlayamıyor,
yalnızca kasılma gösteriyor.
=0= kas gücü: Test edilen kas hiçbir şekilde hareket veya kasılma
gösteremiyor.
Ayrıca
kalça kasları ve aksiyal kasların zaafını göstermek için
hastaya yere çömelmesi, ardından da ayağa kalkması söylenir.
Hastanın, hiçbir yere tutunmadan kalkabilmesi gerekir. Bunun
dışındaki her durum, değişik derecelerde Gowers
belirtisinin varlığını gösterir (Şekil 8).
Örneğin Duchenne tipi kas distrofisi olan bir çocuk, ayağa
kalkabilmek için önce vücudunu öne alır, başını
dikleştirir ve ardından önce bacaklarına, sonra uyluk
proksimaline, sonra da karnına elleri ile dayanarak, yani adeta kendi
vücuduna tırmanarak dik duruma gelebilir. Yattığı yerden
kalkmak isteyen bir hasta, abdominal kasları zayıf ise önce yan
döner, ardından dirseğine dayanarak oturur duruma gelebilir. Ayak
distal dorsifleksör kaslarında, muayene ile saptanamayacak kadar hafif
zaaf olsa da hasta, topukları üzerinde yeterince kalkamaz.
Şekil 7. Proksimal zaafi olan bir
hastada vücuduna dayanarak ayağa kalkma sekansları (Gowers belirtisi)
Hareketli Görüntü:
Gowers belirtisi
BİTKİNLİK ORTAYA ÇIKARAN MANEVRALAR
Bitkinlik, bir
kasta tekrarlanan hareket sonucu ortaya çıkan aşırı
yorgunluk hali olduğuna göre, hastada kas gücü tam olsa bile
aşağıdaki manevralarla bitkinlik ortaya çıkarılabilir.
Bu manevralar daha çok myasthenia graviste kullanılır:
Gözkapaklarını
yormak için hasta, başı doktorun eli ile sabitleştirilerek zorlu
olarak yukarı, hatta yukarı-dışa baktırılır.
Bitkinlik söz konusu ise, çoğu zaman 1 dakikaya kalmadan göz
kapaklarından biri veya her ikisinin düşmeye
başladığı gözlenir. Bazen buna hastada çift görme de
eklenebilir. Ayrıca bir nefeste hastanın kaça kadar
saydığı değerlendirilebilir. Kollardaki bitkinlik
kolları öne uzatıp böylece bekleterek, bacaklardaki bitkinlik ise
hastaya çömelip kalkma hareketinin tekrarlatılması ile ortaya
çıkarılabilir.
MİYOTONİ ARANMASI
Gevşeme
güçlüğünü gösterebilmek için hastanın o sırada
kullanmadığı bir kası kastırılır ve sonra
gevşetmesi istenir; bu sırada gevşemenin ne kadar güç
olduğu gözlenir (aksiyon miyotonisi). Ardından aynı hareket
birkaç kez tekrarlatılır ve giderek hareketin
rahatladığı görülür. En çok kullanılan yöntem hastanın
ellerini veya gözkapaklarını sıktırmak ve bir süre böyle
sıkılı tuttuktan sonra aniden açtırmaktır. Bu
sırada açılma hareketinin güçlüğü ve hareketin
tekrarlanması ile hareketin daha rahat yapılabildiğinin
gözlenmesi gerekir (Şekil 7). Bir başka yöntem de, tenar
kaslar, önkol kasları en sık olmak üzere herhangi bir kasın
üzerine refleks çekici ile bir kez vurup beklemektir. Miyotoni var ise
kasılmış olan kas bir süre bu kasılı pozisyonda, hatta
bazen çökük olarak (kayık belirtisi) kalır (perküsyon miyotonisi).
Şekil 8
. Aksiyon miyotonisi olan hastanın elini açma
hareketinin sekansları.
İSKEMİK ÖNKOL EGZERSİZ TESTİ
Metabolik
hastalıkların tanınmasına bazen yardımcı olabilen
bu testte hastanın koluna tansiyon aletinin manşonu geçirilir ve
sistolik kan basıncı ölçülür. Manşon bu basınçta 1 dakika
süreyle sıkılı tutulur ve bu süre içinde hastanın, bir
lastik balonu veya kendi elini sürekli olarak sıkıp
bırakması sağlanır. Testin sonunda egzersiz durdurulur ve
manşon açılır, hemen ardından el veya kolda güçsüzlük,
önkolda sertlik (kontraktür) gelişip gelişmediğine
bakılır. Bu bulguların gelişmesi bir metabolik
bozukluğu gösterir. Ancak çok hassas olmadığından, testin
negatif olması metabolik hastalık olmadığı
anlamına gelmez. Elbette teste başlamadan önce hastaya ne
yapılacağının anlatılması, testin
başarısı açısından önemlidir.
DURUŞ
VE YÜRÜYÜŞ MUAYENESİ
Hasta ayakta
dururken dikkati çeken bir özellik (hiperlordoz, skolyoz, vs.),
başını veya vücudunu öne eğebilme kapasitesi (rigid
spineda eğilemez) mutlaka kaydedilmelidir. Kas hastalığı
olan bireylerin birçoğu yürürken kalçalarını iki yana sallarlar;
bu arada vücudun ağırlık merkezini uygun duruma getirmek için
lordozlarını artırırlar. Bu yürüyüş biçimi,
ördekvari olarak nitelenir. Zaafın özelliğine göre başka
yürüme bozuklukları da gözlenebilir. Örneğin distal miyopatilerde
hasta, aynen bir polinöropatide olduğu gibi, stepaj yaparak yürür.
Hareketli görüntü: Ördekvari yürüyüş.
KAS KİTLESİNDEKİ DEĞİŞİKLİKLER
Soyunarak kol
ve bacakları açığa çıkmış olan hastada atrofinin
dağılımı, psödohipertrofinin bulunup bulunmaması
tanı olasılıklarını azaltabilir, tanıya daha çok
yaklaştırabilir. Bu nedenle nöromüsküler muayene mutlaka hasta
soyunduktan sonra yapılmalıdır. Örneğin, biseps, triseps
gibi humerus çevresi kaslarla birlikte skapula çevresi kasların ve yüz
kaslarının atrofisi, hasta kollarını öne
uzattığında veya yana açtığında skapulanın
omuzdan yukarı çıkması (fikse olamaması, humping)
fasyoskapulohumeral distrofiyi, temporal kaslarla sternokleidomastoid
kasların atrofisi miyotonik distrofiyi, proksimal kas kitleleri ve ayak
kasları oldukça iyi iken alt bacaktaki atrofi ise distal miyopatileri akla
getirir. Alt bacak kaslarının atrofisi arka grupta ise Miyoshi isimli
kas distrofisi öncelikle düşünülmelidir.
Baldır
kaslarının psödohipertrofisi genellikle dikkati çeker; hasta parmak
ucuna kaldırıldığında iyice belirginleşir.
Psödohipertrofinin görüldüğü durumlarda, örneğin metabolik bir
miyopati (Pompe hastalığı dışında)
düşünülmemelidir; bu bulgu herhangi bir kas distrofisi için tipiktir.
Şekil 9. Baldır
kaslarında hafif ve asimetrik psödohipertrofi, (parmak ucunda yükselmekle
belirginleşiyor)
DİĞER
Yukarda
yazılanlara eşlik eden başka bulgular da değişik kas
hastalıklarının öncelikli olarak düşünülmesini
sağlayabilir. Örneğin, yüzde veya vücuttaki dismorfik bir özellik,
çene yapısındaki bozukluk, yüksek damak gibi göstergeler daha çok
konjenital miyopatileri düşündürür. Gözkapaklarındaki ödem ve hafif
eritem (heliotropi), yüzdeki kırmızı döküntü, boyunda V
şeklinde eritem (V belirtisi), el-dirsek-diz eklem ekstansor
yüzlerindeki eritem, ellerde kabalaşma ve tırnak yatağı
değişiklikleri dermatomiyozit düşündürmelidir. Kaslar içinde
sert kalsifiye nodüller ise daha çok çocukluk çağı dermatomiyozitinde
görülür. Bu örnekler artırılabilir.
Şekil 10. Dermatomiyozitli
bir hastada göz çevresinde heliotrop ödem ve yüzde rash
KAS HASTALIKLARINDA LABORATUVAR İNCELEMELERİ
KAS
ENZİMLERİ
Kas
hastalıklarının tanısında kas enzimlerinden kreatin
fosfokinaz (CPK veya CK), aldolaz ve laktik dehidrogenazın (LDH) serum
düzeyleri kullanılmakla birlikte, pratikte en sık kullanılan CK
düzeyidir. Normal şartlar altında egzersiz, kasa uygulanan bir travma
veya injeksiyon CK değerini bir miktar yükseltebileceğinden serum CK
değerine hastanın dinlendiği koşullarda ve EMG veya kas
biyopsisi yapılmadan önce bakılmalıdır. Serum CK düzeyinin
laboratuvar normalleri değişebildiğinden, elde edilen
değerin normalin üst sınırının kaç katı
olduğunun kaydedilmesi yararlıdır.
Kas
hastalıklarında serum CK düzeyi genellikle yükselir. Bu
artış özellikle kas membranı bozuklukları ve kas nekrozu
ile giden miyopatilerde çok yüksek değerlere ulaşabilir. Örneğin
distrofiler, miyozitler, asit maltaz eksikliği, Miyoshi miyopatisi, rabdomiyoliz,
CK düzeyini en çok yükselten durumlardır. Bu durumlarda CK normalin 5- 10
katından 50-100 katına (5-10X, 50-100X) kadar çıkabilir.
Diğer miyopatilerde CK hafif-orta derecede yüksek veya tümüyle normaldir.
Buna karşılık bazı nöropatik/nöronopatik süreçlerde de
hafif CK yükselmesi olduğundan, hafif ölçülerdeki yükselmelerde dikkat
etmek gerekir. Ayrıca, kas hastalığı
olmadığı halde serum CK düzeyini yükselten bir durum
hipotiroididir. Hipertiroidi ise CK değerini düşürebilir; böylece bir
miyopatide CK değeri daha yüksek olabilecek iken o değerin
altında bulunabilir. Metabolik miyopatilerde ise aynı kişide ve
değişik zamanlarda CK değeri bazen normal, bazen az yüksek,
bazen ise çok yüksek olabilir ve bu durum hastalığın miyozit ile
karıştırılmasına yol açar.
ELEKTROMİYOGRAFİ
(EMG)
Bir hastada
kas hastalığı olup olmadığını gösteren en
önemli incelemelerden biri EMGdir. EMG, o hastada miyopati olup
olmadığını söyler, motor nöron ve periferik sinir
hastalıklarından ayırır. Motor ünite potansiyellerinin
kısa süreli ve düşük amplitüdlü olması ve erken
katılım göstermesi miyopati bulgularıdır. Nekrozla giden
bazı miyopatilerde fibrilasyon, pozitif diken, psödomiyotonik
boşalım gibi iritasyon bulguları da gözlenir. Bazı kas
hastalıkları dışında EMG genellikle miyopatinin
cinsini ayırt edemez. Ancak EMGde miyotonik boşalımların
bulunması, miyotoni ile giden hastalıklar için tanı
koydurucudur. Belli frekanslarda ardı sıra uyaran verilerek
alınan bileşik kas aksiyon potansiyellerindeki amplitüd değişiklikleri
ise, bulundukları zaman myasthenia gravis ve Lambert-Eaton miyastenik
sendromu için tanı koydurur. Tüm bunlar normal bulunursa veya çok hafif
klinik bulgular varsa, yapılacak tek lif EMG incelemesi myasthenia gravis
tanısı koydurabilir (Ayrıca bakınız: Nörolojide
Laboratuvar İncelemeleri/Sinir İleti
İncelemeleri ve Elektromiyografi)
GENETİK
İNCELEME
Birçoğu
genetik geçişli olan kas hastalıklarında, hastalık
genlerinin birçoğunun bulunmuş olması nedeni ile, defekt
gösterildiği zaman tanıyı %100 kesinleştiren DNA
incelemeleri önem kazanmıştır. İncelemeler EDTAlı (mor
kapaklı) tüplere, 10cc miktarında alınan venöz kanda
yapılmaktadır. Laboratuvarların sınırlı,
incelemelerin ise pahalı olması nedeni ile ülkemizde ancak bazı
hastalıkların genetik tanısı konabilmektedir. Bu amaçla
hastadan alınan kanın oda ısısında 72 saat içinde
böyle bir laboratuvara ulaştırılması yeterlidir. Her
inceleme gibi DNA incelemesinde de kan gönderirken hastalık öyküsünün
özetinin ve düşünülen tanı olasılığının
yazılı olarak eklenmesi, tüp üzerine hastanın isminin doğru
yazılması önemlidir. Genetik tanının konması
tanının kesinleştirilmesinden daha geniş boyutta önem
taşımaktadır. Genin bilindiği durumlarda aile içindeki
taşıyıcı bireylerin saptanması, fetusta 16. haftada
hastalık olup olmadığının belirlenmesi (prenatal
tanı) mümkün olabilmektedir. Özellikle yaşam süresini çok
kısaltan hastalıklarda, hasta birey kaybedilmeden önce genetik
materyalin elde edilmesi bu açıdan önemlidir (Ayrıca
bakınız: Nörolojide Laboratuvar İncelemeleri/Klinik Nörogenetik).
KAS
BİYOPSİSİ
Birçok kas
hastalığının, bazen genetik defekti gösterilmiş bile
olsa, cinsinin ayırt edilmesi için kas biyopsisi yapılması
zorunludur. Kas biyopsisi, lokal anestezi ile, insizyonel olarak veya iğne
biyopsisi şeklinde yapılır. Diğer patolojik incelemelerden
farklı olarak alınan parçayı parafine gömmek yerine
sıvı azotta soğutulmuş izopentan içinde dondurmak ve kası
mümkün olduğu kadar aslına uygun saklamak gerektiğinden parça
alındıktan sonra laboratuvara ulaştırılma
koşulları, geleneksel biyopsilerden farklıdır. Bu teknikler
birçok standart patoloji laboratuvarında uygulanamamaktadır.
Her şeyden önce bilinmesi gereken kural, kas biyopsisinin,
inflamatuvar hastalıklar gibi immünsüpresif tedavi başlanması
zorunlu durumlarda, tedaviye başlamadan önce yapılması
gerekliliğidir. Her durumda biyopsi yapılacak kasın seçimi büyük
önem taşır. Genellikle orta dereceli (4/5 - 3/5 kas gücü gösteren)
zaafı olan proksimal bir kas (biseps, deltoid, triseps, kuadriseps gibi)
oldukça bilgi verici olur. Ancak bazı durumlarda bu kuralın
dışına çıkılır. Örneğin distal miyopatilerde
distal bir kas (tibialis anterior, önkol ekstansor veya fleksor grup),
metabolik miyopatilerde ise en çok tutulmuş ve/veya en az tutulmuş
kas daha aydınlatıcı olabilir. İnsizyonel biyopsi
genellikle daha çok tercih edilen bir yöntemdir. İnsizyonla istenen kasa
ulaşıldıktan sonra kasın hiç örselenmemesi çok önemlidir. Bir
klamp ile iki yandan kıstırılan kas, klampın dışından
kesilerek çıkarılır. Alınan parçanın en az
0,5X0,5X1,00cm olmasına ve uzun eksenin, kasın uzun eksenine paralel
olmasına dikkat edilmelidir. Daha da önemlisi, alınan parçanın,
hiçbir sıvı içine konmadan gazlı bez içine konmasıdır.
Laboratuvara ulaşıncaya kadar materyalin kurumaması için
gazlı bez serum fizyolojik ile nemlendirilir. Alınan parçanın
tercihan 30 dakika, en çok 4-5 saat içinde laboratuvara
ulaştırılması gerekir. Ulaşım 3-4 saati bulacak ise
parçanın, gazlı bez içinde, termosa konarak gönderilmesi uygundur.
Materyali laboratuvara gönderirken mutlaka hasta hakkında etraflıca
bilgiyi de beraberinde göndermek, değerlendirme açısından önem
taşır. Materyal laboratuvara ulaştıktan sonra -160-180 0Cde
dondurularak -80 0Cde saklanır ve sonra alınan kesitlere
standart, enzim histokimyasal boyama ve gerektiğinde immünhistokimyasal
boyama teknikleri uygulanarak mikroskop altında değerlendirilir. Bu
yöntemlerle birçok kas hastalığının tanısı
konabilir. Gerektiğinde ayrı işlem gören kas parçası
elektron mikroskobunda incelenir. Bazen de dondurulmuş parçanın bir
bölümü biyokimyasal incelemeler veya protein kalitesini araştıran
incelemelere (Western blotting), bazen de genetik incelemeye (özellikle
mitokondriyal hastalıklarda) tabi tutulur.
Şekil
11.Kas
biyopsisinde dikkat edilmesi gerekenler (YAPlar ve YAPMAlar)
DİĞER
LABORATUVAR İNCELEMELERİ
Bazı
edinsel veya kalıtımsal kas hastalıklarının sistemik
hastalıklar olduğunu unutmamak gerekir. Örneğin polimiyozit,
dermatomiyozit gibi hastalıklar tek başlarına olduklarında
bile akciğer veya kalbi tutabilirler, ayrıca sistemik inflamasyon
bulguları verebilirler (eritrosit sedimentasyon hızı
yüksekliği gibi). Bazen başka konektif doku hastalıkları
ile birlikte olabilirler. Bu nedenle bu hastalıkların
araştırılması gerekir. Kalıtımsal miyopatilerden
mitokondriyal hastalıklar multisistemik olabilir. Glikojen veya lipid depo
hastalıkları başlıca karaciğer, kalp, bazen merkezi
sinir sistemini tutabilir. Bu hastalıklarla
karşılaşıldığında, tutulması muhtemel
sistemler incelenmelidir. En önemlisi, birçok miyopatinin kalp kasını
da etkileyebileceği bilinmeli ve miyopatili hastalarda kardiyolojik
inceleme mutlaka EKG, EKO ve ritm holter incelemelerini kapsamalı, hastalar
yıllık izleme alınmalıdır. Solunum
kaslarının tutulma olasılığına karşı bu
hastalar yıllık solunum fonksiyon testleri, hastalığın
ilerlemiş dönemlerinde ise polisomnografi ve saturasyon testleri ile izlenmelidir.
Bazı metabolik miyopatilerde iskemik laktat testi, kan, idrar ve beyin
omurilik sıvısında organik ve aminoasit (örneğin laktat)
düzeyi işe yarayabilir. Gerektiğinde doku ve/veya kanda enzim
defektleri biyokimyasal olarak saptanabilir.
KAS HASTALIKLARI
KAS DİSTROFİLERİ
Kas distrofileri kas liflerinin histopatolojik olarak
tekrarlayıcı yıkım (nekroz), tamir (rejenerasyon)
süreçlerini birlikte gösteren, sonuçta nekrozun galip gelmesi ile kas lifi
kaybı, bu kaybın yerini alan endomizyal ve perimizyal yağ ve
bağ dokusu artışı ile karakterize genetik
hastalıklarıdır. Değişik ağırlıkta,
ancak ilerleyici seyrederler.
Kas distrofilerini, klinik özelliklerine göre başlıca iki ana
grupta ele almak gerekmektedir (Tablo 1)
Tablo 1.
Kas Distrofileri Sınıflaması
KAVŞAK TİPİ KAS DİSTROFİLERİ LIMB GIRDLE MUSCULAR DYSTROPHIES (LGMD) |
|
Xe BAĞLI RESESİF GEÇİŞLİ (Xp21) (Distrofinopatiler) |
a)
Duchenne tipi kas distrofisi (DMD) b)
Becker tipi kas distrofisi (BMD) c)
Açık distrofinopati taşıyıcıları d)
Diğer (Xe bağlı dilate kardiyomiyopati, mental
retardasyon, translokasyonlar, Turner sendromu, Mc Leod sendromu) |
OTOZOMAL DOMİNANT GEÇİŞLİ |
a) LGMD 1A b) LGMD 1B c)
LGMD 1C d)
LGMD 1D e)
LGMD 1E(?) f)
LGMD 1F g) LGMD 1G |
OTOZOMAL RESESİF GEÇİŞLİ |
a) LGMD 2A b) LGMD 2B c)
LGMD 2C d)
LGMD 2D e)
LGMD 2E f)
LGMD 2F g)
LGMD 2G h)
LGMD 2H i)
LGMD 2I j)
LGMD 2J k)
LGMD 2K l)
LGMD 2L m) LGMD
2M |
ÖZEL KAS ZAAFI DAĞILIMI VEYA KLİNİK TABLO GÖSTEREN KAS
DİSTROFİLERİ |
|
Xe BAĞLI RESESİF GEÇİŞLİ |
a) Emery-Dreifuss kas distrofisi (Otozomal dominant ve resesif formları da var) |
OTOZOMAL DOMİNANT GEÇİŞLİ |
a)
Miyotonik distrofi (DM) b)
Fasyoskapulohumeral distrofi (FSHD) c)
Okülofaringeal kas distrofisi (OFMD) |
OTOZOMAL RESESİF GEÇİŞLİ |
a)
Konjenital kas distrofileri b)
Diğer |
KAVŞAK TİPİ KAS DİSTROFİLERİ
Başlıca ve öncelikle kalça ve omuz kavşağı
kaslarının tutulumu ile seyreden kas distrofileridir. Sürecin çok
ilerlemesi ile diğer iskelet kaslarına da yayılırlar. Bu
bölümde kavşak tipi kas distrofilerinin ağır ve hafif
formlarına klasik örnekler olmak üzere Duchenne tipi kas distrofisi (DMD)
ve Becker tipi kas distrofisi (BMD) ayrıntılı olarak
anlatılacak, otozomal geçişli kavşak distrofilerinde bu
bulgulardan farkların belirtilmesi ile yetinilecektir.
Xe BAĞLI RESESİF GEÇEN KAVŞAK TİPİ KAS
DİSTROFİLERİ (DİSTROFİNOPATİLER)
Xp21 geni tarafından kodlanan ve kas hücrelerinde sarkolemma
altında yerleşmiş olan distrofin proteininin kalitatif veya
kantitatif bozuklukları sonucu ortaya çıkan bir grup kas
distrofisidir.
Xp21 distrofin geninde hastalığa neden olan en sık mutasyon
tipi, genin değişik bölgelerindeki delesyonlardır
(olguların %50-60ında). Daha zahmetli olmakla birlikte, nokta
mutasyonları da gösterilebilir. Olguların yaklaşık 1/3ünde
ise mutasyon gösterilememektedir. Mutasyon sonucu protein hiç üretilemez ise
DMD ortaya çıkar, klinik tablo oldukça ağırdır. Eğer
var olan mutasyon bir miktar distrofin üretebiliyorsa bu durumda BMD ortaya
çıkar, klinik tablonun ağırlığı genellikle
yapılabilen distrofinin miktarı veya büyüklüğü ile doğru
orantılıdır.
Duchenne
tipi kas distrofisi 1/3500 erkek doğumda bir görülür. Görülme
sıklığı toplumlara göre değişkenlik göstermemekle
birlikte prenatal tanının yapılabildiği toplumlarda ailevi
olguların sayısı giderek azalmış, olguların büyük
çoğunluğu yeni mutasyonlarla oluşmaya
başlamıştır.
Hastalık erkek çocuklarda görülür, ailenin kadınları
taşıyıcı olabilirler. Eğer rastlantısal x
inaktivasyonu sırasında, içinde hasta allelin aktif olduğu kas
hücresi sayısı yeterli olursa, kadın taşıyıcılarda
bu taşıyıcılık açık klinik tablo haline
dönüşebilir.
DMD, sarkolemmada distrofinin hiç bulunmadığı durumda ortaya
çıkar. Çocuğun doğumu ve ilk yıl içindeki gelişme
aşamaları tümüyle normaldir. Genellikle çocuklar normal yaşta
yürümeye başlarlar. Yürümeye başladıktan sonra çocuğun
yavaş yürümesi ağır kanlılığına, sık
sık kucak istemesi şımarıklığa, sık
düşmesi ise beceriksizliğe atfedilir. Baldırlar, çocukluktan
itibaren genellikle şiş ve serttir (psödohipertrofi) (Şekil 5).
Genellikle yürüme ve merdiven çıkma zorluğu fark edildiğinde
hekime başvurulur. Sıklıkla çocuğun aldığı
tanı pes planus veya konjenital kalça çıkığı olur.
Ailelere sorulduğunda çocuğun hiçbir zaman
koşamadığı, yaşıtlarına göre yavaş
olduğu öğrenilir. Bazen baldır hipertrofisi erken yaşta
dikkati çeker. Nedenli veya nedensiz düşmeler oldukça sıktır.
Hastanın herhangi bir nedenle (herhangi bir infeksiyon, tonsillektomi,
sünnet, fraktür) birkaç gün istirahati yürüme yetisini geriletir, çok erkenden
yürümenin durmasına bile yol açabilir. Bu nedenle bu çocukları uzun
süreli dinlenmeden mümkün olduğu kadar uzak tutmak, sürekli ayakta durmaya
ve yürümeye teşvik etmek gerekmektedir. Yaklaşık 4 yaş
civarına kadar bu merdiven çıkma, yürüme bozukluğu dikkati çekse
de, 4-8 yaş arası çocuğun vücudunun büyüme hızı
hastalığın ilerleme hızını geçer ve aile göreceli
bir iyileşmeden söz edebilir. Bu durum tümüyle
yanıltıcıdır. Yaklaşık 8 yaştan sonra
hastalığın gerçek ilerleme hızı kendini gösterir ve
omuz kavşağının da tutulduğu fark edilmeye
başlar. Erken veya geç olarak hasta parmak ucunda yürümeye eğilimli
olur ve giderek bu durum Achilles tendonunun kontraktürüne yol açar.
Yürüyüş hiperlordotik ve paytaktır. Merdiven-yokuş çıkma,
oturduğu yerden kalkma, yürüme, giderek ayakta durma, önce dayanma
yoluyla, giderek bir başkasının desteği ile sürdürülmeye
başlanır. Bu destek de yetmediğinde hastalar tekerlekli
iskemleye bağlanırlar. Bu genellikle 9-11 yaş arasında
olmakla birlikte hastalar en geç 13 yaşlarına kadar bu
bağımlılığa ulaşırlar (ENMC tanı
kriterleri). Kollar da güçsüzleşmeye başlamıştır ve bu
da ilerler. Hastalar kol güçsüzlüğünden fazla yakınmazlar, ancak bir
bardak suyu eline alıp içmek, yemeğini kendisi yemek gibi
işlevler giderek etkilenir ve yardım gerektirir. Baştan beri
zayıf olan boyun fleksor kasları ve karın kasları
hastanın yattığı yerden kalkmasında, giderek artan
güçlük yaratır. Bu nedenle hastalığın erken dönemlerinde
yan dönerek ve uzun sürede oturur duruma gelen hasta, sonraki yıllarda
yataktan yardımsız kalkamaz olur. Tekerlekli iskemleye bağımlı
olduktan sonra hastada genellikle hızla skolyoz gelişir. Bu skolyoz
da ilerleyicidir ve solunum işlevini, solunum kaslarının
tutulmasından beklenenin ötesinde, bozar. Çocukluk döneminde dikkate
alınmayabilecek kardiyolojik bulgular giderek ilerler ve 16 yaştan
sonraki hemen bütün hastalarda kardiyomiyopati bulguları saptanır.
Hasta 18-19 yaşına geldiğinde bir yandan yatağa
bağımlılığın getirdiği sorunlar, diğer
yandan azalmış solunum kapasitesi nedeni ile genellikle araya giren
bir akciğer infeksiyonu ile solunum sıkıntısı
yaşar. Taşınabilir solunum cihazı kullanmadıkça
hastalar genellikle 20-25 yaş arasında kaybedilirler.
CK, hiç klinik bulgunun olmadığı neonatal dönemde bile çok
yüksektir (20-100 kat). Hastalığın ileri dönemlerinde, kas lifi
dışına CK çıkaracak kas miktarı çok
azaldığından, CK daha düşük düzeylerde bulunur, bazen
normale yaklaşır. Hastaların yaklaşık %10unda orta
derecede zekâ geriliği, birçoğunda disleksi mevcuttur.
Becker tipi kas distrofisi, sarkolemmada distrofinin bulunduğu, ancak az
miktarda veya normalden kısa bir protein yapısında olduğu
durumda ortaya çıkar. Belirtiler 5-55 yaş arasında başlar.
Distrofinin çok kısa olduğu bazı olgularda başlangıç
yaşı DMDdekine yakın olabilir. Hastalığın seyri
de DMDdekine oranla daha yavaş veya selimdir. CK her dönemde çok
yüksektir. Hastaların birçoğu başlangıçta baldırlarda
şişlik (psödohipertrofi) ve egzersizle baldırlarda
ağrı ve kramplardan yakınırlar. Bu dönemde hiç güçsüzlük
olmayabilir veya yalnızca gluteus maksimus kasında zaaf bulunabilir.
Bu nedenle tüm kasların test edilmesi, gluteus maksimus kasının
ise hasta yüzükoyun yatarken test edilmesi önemlidir. Becker tipi kas
distrofisinde gluteus maksimus kasının tek başına veya
iliopsoas kasından daha belirgin olarak tutulması bu
hastalığı, klinik olarak kendisine çok benzeyen spinal müsküler
atrofiden klinik planda ayırmaya yardımcı olur (Şekil 12).
Zaaf giderek artar ancak ilerleme DMDye göre yavaştır. Üst
ekstremite kas gücü uzun süre korunabilir. Hastalığın erken
başladığı durumlarda ilerleme DMDye yakın ancak yine
de ondan daha yavaştır. Becker tipi kas distrofisinde dikkat edilmesi
gereken en önemli nokta, kardiyomiyopati olasılığının
yüksekliğidir. Ekstremite zaafı ile orantısız olarak kalp
kası tutulabilir ve yaşamsal tehlike oluşturabilir. Bu nedenle
hastanın yakınması olmasa bile her yıl etraflı
kardiyolojik incelemesinin yapılması ve ancak ilk kardiyolojik
muayene yapıldıktan sonra fizyoterapi egzersiz programının
başlatılmasına karar verilmesi gerekir.
Şekil 12a. Becker tipi kas
distrofisinde kuvvetli iliopsoasa karşılık çok zayıf
gluteus maksimus
Şekil 12b. Spinal müsküler atrofide (SMA) çok zayıf
iliopsoasa karşılık) kuvvetli gluteus maksimus
Açık
distrofinopati taşıyıcılarında sorun hasta allelin
aktif durumda olduğu kas liflerinin sayısının, klinik bulgu
verecek kadar çok olmasıdır. Bu durumda, normalde asemptomatik
olması gereken taşıyıcı kadında kas zaafı
ortaya çıkabilir. CK değişik derecelerde yüksek bulunur.
Asemptomatik taşıyıcılarda da CK bazen hafif yüksek
bulunabilir. Normal CK düzeyi, açık veya gizli distrofinopati
taşıyıcılığını dışlamaz.
Bazı çalışmalara göre asemptomatik taşıyıcıların
büyük bir bölümünde kalp kası, değişik derecelerde
tutulmuştur. Tersinden bakıldığında, kardiyomiyopatili
bir kadında öncelikle hasta erkek aile bireyleri sorgulanmalı, bunlar
yoksa bile CK, EMG ve kas biyopsisi (distrofin immünhistokimyası)
yapılmalıdır. Ancak alınan materyalde distrofin immünhistokimyasının
normal olması, distrofinopati
taşıyıcılığını dışlamaz.
Distrofinopatilerde tanı, anamnez ve klinik bulguların yanı
sıra genetik inceleme ile konur. Kas immünhistokimyası distrofinin
hiç olmadığını göstermek, yani DMD tanısını
kesinleştirmek için kullanılır ve özellikle, genetik incelemede
delesyon gösterilemeyen hastalarda değerlidir. Ayrıca, henüz 13
yaşına ulaşmamış ve yürüyebilen, erken
başlangıçlı bir distrofinopatide, delesyon gösterilmiş bile
olsa, eğer bilinmesi isteniyorsa, hastalığın prognozunu
belirlemek amacı ile immünhistokimya gereklidir (Şekil 13).
İmmunhistokimyasal olarak distrofinin bulunduğu durumlarda
distrofinin kalitesini göstermek amacı ile Western blotting
yapılması gerekir. Bu inceleme Becker tipi kas distrofisini,
diğer benzer seyirli kavşak tipi distrofilerden ayırt etmeye
yarar. Genetik ve moleküler (kas biyopsisi, Western blotting) incelemelerle
hastalığın tanısı dışında
taşıyıcıların tanınması ve prenatal
tanı yapılması mümkündür.
Şekil 13a. Kas kesitinde
distrofin immünhistokimyası A) Normal kasta pozitif boyanma,
B) Erkek
distrofinopatili hastada negatif patern, C) Distrofinopati
taşıyıcısı olan bir hastada mozaik şeklinde
distrofin boyanma paterni,
Şekil 13d. Erkek distrofinopatili hastada
inceleme şeması
Hastalığın, bugün için bilinen, şifa
sağlayıcı bir tedavisi yoktur. Kortikosteroidlerin hastanın
yürüme süresini uzattığı, tekerlekli iskemleye bağlanma
yaşını geciktirdiği gösterilmiştir. Bu nedenle, 5
yaştan sonra hastalara kortikosteroid başlanması konusunda ortak
bir görüş oluşmuştur. Kortikosteroid uygulama protokolleri
değişiktir. Kliniğimizde hastalara, genellikle 7-8
yaşından sonra, 0,75mg/kg/gün dozunda prednizolon başlanmakta ve
6 ay sonra doz azaltılarak bu 15 mg/günaşırı olmak üzere
idame dozunda yıllarca tutulmaktadır. Kortikosteroidler öncelikle
düşmeleri azaltmakta hatta bazen durdurmaktadır. Bu nedenle,
düşmeleri çok sık olan çocuklarda, kortikosteroidlere başlama
yaşı daha erken olabilmektedir. Yan etkilerin mutlaka izlenmesi
gerekmektedir. Genetik incelemelerde prematür stop kodon oluşan az
sayıda olguda gentamisinin bu stop kodonun görmezlikten gelinmesine
yaradığı ve kısa da olsa distrofin
oluşmasını sağladığı gösterilmiş ancak
ilacın toksik etkileri hastalarda uzun süre kullanılmasını
engellemiştir. Daha sonra, aynı etkiye sahip ve sentetik olarak
üretilmiş olan PTC124 isimli ilaçta bu yan etkiler bertaraf edilmiş
ve ilaç piyasaya verilmiştir. Kreatin monohidrat ve albuterol ile yapılan
çalışmalar beklenen sonuçları göstermemiştir.
Hastalığın tedavisinde ne kullanılırsa
kullanılsın, fizyoterapi mutlaka eşlik etmelidir. Çünkü
fizyoterapi hem fiziksel kapasiteyi artırmakta, hem de gelişebilecek
deformiteleri önlemektedir. Skolyoz, Achilles kontraktürü gibi durumlarda
cerrahi girişim düşünülebilir. Bu cerrahi girişimlerin
zamanlanması, cerrahi sonrası fizyoterapi ve hastanın çok erken
mobilizasyonu büyük önem taşır.
OTOZOMAL GEÇİŞLİ KAVŞAK TİPİ KAS
DİSTROFİLERİ
Otozomal genlerle Mendel yasalarına göre kalıtılan ve
kavşak kaslarını tutan kas distrofileridir. Dominant veya
resesif olarak aktarılabilirler.
Bulunan genetik anormallikler, kas hücrelerindeki ilgili proteinin
yapılamaması veya bozuk yapılması ile ilişkili olarak,
fonksiyon bozukluğuna yol açar. Bunlardan en iyi bilinen mekanizma,
sarkoglikanopatilerde defektif yapılmış veya hiç
yapılamamış olan, distrofinle ilişkili glikoproteinlerin,
distrofinle oluşturdukları kas membranı
sağlamlığının bozulması ve kasılmaya
dayanıklılığın azalmasıdır. Ancak her
proteinin genindeki defekt, o proteinin normaldeki işlevinin ortadan
kalkması veya bozulmasına neden olur.
İyi bilinmemekle birlikte, otozomal resesif geçişli olanların
akraba evliliklerinin sık olduğu bölgelerde daha sık
görüldüğü söylenebilir. Otozomal dominant geçişli kavşak tipi
distrofiler, otozomal resesif geçişli olanlara göre daha seyrektir. Her
ikisi de hem kadın, hem de erkeklerde görülebilirler.
Bu distrofiler, değişik yaşlarda başlayan,
başlıca ve öncelikle ekstremite kavşak kaslarında zaaf,
buna bağlı olarak da yürüme, merdiven-yokuş çıkma,
oturduğu yerden kalkma, kollarını kaldırma
işlevlerinde bozulma yapar. Bu ortak özelliğin
dışındaki bazı bilgiler, otozomal dominant ve resesif
geçişli olan kavşak distrofilerinin alt gruplarına göre,
aşağıda tablolarda belirtilmiştir (Tablo 2 ve Tablo
3). Bu sınıflamanın henüz bitmediği ve yenileri
tanımlandıkça bu alt tiplerin artacağı açıktır.
Tanı, klinik bulgular, serum CK değeri, EMG, kas patolojisi,
ilgili proteinlerin immünhistokimyasal olarak
araştırılması, gereğinde protein incelemesi (Western
blotting) ve DNA analizi ile konabilir.
Tablo 2. Otozomal Dominant
Geçişli Kavşak Tipi Kas Distrofileri
DİSTROFİ İSMİ |
GEN |
PROTEİN |
KAVŞAK ZAAFI DIŞINDA ÖZELLİK |
LGMD 1A |
5q31 |
Miyotilin |
Dizartri |
LGMD 1B |
1q21 |
Lamin A/C |
Kardiyak tutulum |
LGMD 1C |
3p25 |
Kaveolin |
Başlangıç çocuklukta |
LGMD 1D |
7q |
? |
|
LGMD 1E (?) |
6q23 |
? |
Dilate kardiyomiyopati |
LGMD 1F |
7q32 |
? |
|
LGMD 1G |
4q21 |
? |
|
Tablo 3.
Otozomal Resesif Geçişli Kavşak Tipi Kas Distrofileri
DİSTROFİ İSMİ |
GEN |
PROTEİN |
KAVŞAK ZAAFI DIŞINDA ÖZELLİK |
LGMD 2A |
15q15 |
Kalpain-3 |
Yüz tutulmamış ve simetrik FSHDye benzer |
LGMD 2B |
2p13.1 |
Disferlin |
Ve/veya distal arka bacak zaafı |
LGMD 2C |
13q12 |
Gamma- Sarkoglikan |
|
LGMD 2D |
17q21 |
Alfa-Sarkoglikan |
|
LGMD 2E |
4q12 |
Beta-Sarkoglikan |
Kardiyomiyopati |
LGMD 2F |
5q33 |
Delta-Sarkoglikan |
|
LGMD 2G |
17q11-12 |
Teletonin |
Düşük ayak + vakuollü miyopati |
LGMD 2H |
9q31-q33 |
TRIM32 |
|
LGMD 2I |
19q13.3 |
FKRP |
Kardiyomiyopati |
LGMD 2J |
2q24 |
Titin |
Fin distal miyopatisi ve dilate kardiyomiyopati (LGMD1E) ile allelik |
LGMD 2K |
9q34 |
POMT1 |
+ Mental retardasyon |
LGMD 2L |
11p13 |
? |
Asimetrik olabilir |
LGMD 2M |
9q31 |
Fukutin |
Fukuyama hastalığı ve kardiyomiyopati
ile allelik. Bazı olgular kortikosteroidle iyileşme gösterir |
ÖZGÜN KAS ZAAFI DAĞILIMI VEYA KLİNİK TABLO
GÖSTEREN KAS DİSTROFİLERİ
FASYOSKAPULOHUMERAL DİSTROFİ (FSHD)
Yüzün mimik kaslarını, periskapular kaslar ile humerus çevresi
kaslarını en çok ve öncelikli olarak tutan bir kas distrofisidir.
Erişkin çağın en sık görülen distrofilerindendir. Görülme
sıklığı 100.000de 1-3dür. Her toplumda görülebilir.
Otozomal dominant geçişlidir.
Hastalığın en sık görülen tipi FSHD-1Adır ve double
homeobox protein 4 (DUX4) proteinini kodlayan ve 4q35 bölgesinde D4Z4
tekrarlarında delesyon sonucu gelişir. Bu mutasyonun, başka gen
veya fonksiyonları etkileyerek hastalık geliştirdiği
düşünülmektedir. 4q35 bölgesinde, mutasyon sonrası, normalden küçük
bir tekrar fragmanı kalmakta ve birçok hastada klinik tablo ile kalan bu
fragmanın büyüklüğü arasında ters bir orantı
gösterilmektedir. Bir başka deyişle daha büyük fragmanlar daha iyi
klinik tablo ile korelasyon göstermektedir. Klinik bakımdan benzer olan ve
yine otozomal dominant geçen FSHD-1Bnin genetik defekti henüz bilinmemektedir.
Şekil 14.
Fasyoskapulohumeral distrofili hastada tipik yüz görünümü, humping ve
scapula alata
Hastalık her yaşta, en sık olarak ikinci onyılda
belirti verir. Buna rağmen sorgulandığında bu hastalardan
bazılarında, bebeklikten beri gözleri açık uyuduğu
anamnezi alınabilir. İsminden de anlaşılacağı
gibi zaaf ve atrofinin genellikle ilk başladığı ve en
belirgin olduğu kas grupları yüzün mimik kasları, skapula
çevresi kaslar ve humerus çevresi kaslardır. Hastalığın bir
başka önemli özelliği, kaslardaki tutulumun genellikle asimetrik
olarak başlamasıdır. Yüz kaslarının tutulumu nedeni
ile hastada göz kapatma veya sıkma zaafı, alt yüz kaslarında
atrofi, buna bağlı olarak dudakların belirgin ve dolgun
duruşu, ancak buna karşılık orbikülaris oris
kasının tutulmasına bağlı olarak üfleme veya
ıslık çalma işlevlerinin bozulması söz konusudur. Skapula
çevresinde tutulan kaslar, başlıca skapulayı yerinde tutan
(fikse eden) gruptur. Bu nedenle omuzun abduksiyonu veya fleksiyonu
sırasında mekanik olarak aşağıda tutulması,
yerinde kalması gereken skapula burada tutulamaz ve yukarı kayarak bu
hareketler sırasında trapez kası da iterek yukarı
çıkar. Bu, omuzun söz konusu hareketleri sırasında, omuza
pelerin görünümü verir (humping). Deltoid kas birçok zaman normal veya çok az
zayıf olmasına rağmen bu fiksasyon bozukluğu nedeni ile
fonksiyonunu yapamaz. Bir manevra olarak eğer önce skapula mekanik olarak
aşağı doğru itildikten sonra deltoid fonksiyonlarına
bakılırsa, kasın bu işlevleri daha iyi yerine getirdiği
görülür. Deltoid kası en azından başlangıçta, kavşak tipi
miyopatilerin tersine, az tutulur veya hiç tutulmaz. Buna
karşılık triseps ve biseps, öncelikle ve genellikle asimetrik
olarak tutulan kaslardır. Bazen hastalar yalnızca, tek taraflı
pektoral kas atrofisine bağlı göğüs kafesindeki asimetri nedeni
ile doktora başvururlar. Yıllar içinde kas zaafı üst ektremite
distallerine ve alt ekstremite kaslarına yayılabilir. Alt
ekstremitede en sık tutulan kas tibialis anteriordur. Daha sonra alt
kavşak kasları da tutulabilir. Hiperlordoz ve bel
ağrısı bazen hastayı hekime getiren en belirgin
yakınma olabilir ve lomber disk hernisi ile ayırıcı
tanı sorunu oluşturabilir. Hastalığın ilerlemesi de
hastadan hastaya değişir. Hastalık yaşam süresini etkilemez,
bazı hastalar sınırlı bulgularla normal yaşam
süresince yaşayabilirler, bazı hastalar ise genç erişkin
yaşta tekerlekli iskemleye bağımlı hale gelebilirler.
Hastalık genellikle kalp kasını tutmaz. Hastalarda bütün bu
bulgular görülebileceği gibi bazı hastalarda bulguların
bazılarının, hatta bazı bireylerde yalnızca dolgun
görünümlü dudakların bulunması söz konusu olabilir. Hastalık
fenotipi aynı aile bireyleri arasında da farklılıklar
gösterebilir. Bu nedenle ailedeki gerek çok hafif tutulumlu bireylerin de
saptanabilmes,i gerekse otozomal dominant geçişin gösterilebilmesi için
tüm aile bireylerinin muayene edilmesi şarttır.
Skolyoz gelişimi enderdir. Pektus ekskavatum deformitesi daha sık
görülür. Kardiyomiyopati görülmez. Bazı hastalarda, yalnız
odiyometrik testlerle ortaya konabilen, yüksek frekanslı tonlara
karşı işitme azalması bulunur. Retinal vasküler
hastalıklar ile birlikte görülen FSHD, Coats hastalığı
olarak tanımlanmıştır.
Klinik bulgular genellikle tanı koydurucudur. CK normal veya hafif
yüksek, EMG miyopatik özellikte, nadiren de normaldir. Kas biyopsisi,
yalnızca kuşkulu durumlarda ayırıcı tanı
amacıyla kullanılır. Bunun dışında FSHD
tanısında kas biyopsisinin yeri yoktur. Kesin tanı ve genetik
danışma için genetik inceleme yapılması gerekir.
Diğer distrofilerde olduğu gibi bu hastalıkta da tam iyileştirme,
bugün için söz konusu değildir. Beta2-adrenerjik stimülatörlerden
Albuterol kullanımı denenmiş, bu ilaç atrofinin azalmasına
neden olmuş ancak güçsüzlüğün düzelmesinde başarılı
olamamıştır. Fizyoterapi ve kolların rahat
kullanılabilmesi için skapulayı fikse eden özel korseler,
kısıtlılığı ağır olmayan hastalarda
skapulotorasik artrodez uygulanabilir.
MİYOTONİK DİSTROFİ (DM)
Genetik olarak otozomal dominant kalıtım özelliği gösteren klasik
miyotonik distrofi DM1, 19. kromozomdaki miyotonin (DMPK) geninde CTG üçlü
nükleotid tekrar artışı, klinik olarak ise kas zaafı ve
atrofisine eşlik eden miyotoni ve diğer sistemik bulguların
belirleyici olduğu kas distrofisidir. Varyantları DM2 (3q21) ve
proksimal miyotonik miyopati (PROMM)dur (PROMMun genetik yerleşimi DM2
ile aynı bölgeye haritalanmıştır). Bu son iki klinik tablo,
Zinc finger protein 9 (ZFP9) geninin yer aldığı 3q21
bölgesindeki CCTG artışı ile karakterizedir.
Aşağıda en sık görülen DM1 anlatılacaktır.
DM1, erişkin yaşın en sık görülen kas distrofisidir.
Batı toplumlarında görülme sıklığı 100.000
canlı doğumda 13,5tur.
DMPK geni normalde tüm hücrelerde bulunan, hücre şeklinin
belirlenmesi, aktin-miyozin kontraktilitesinin düzenlenmesi ve voltaja
bağımlı Na+ kanallarının modülasyonu
görevleri olan, 68-80 kDaluk bir serin proteindir. DMPK geninde normalde 5-35
adet CTG nukleotid tekrarı vardır. Genin mutasyonları sonucu bu
CTG tekrarlarının sayısı artar. Bu mutasyonla ortaya
çıkan miyotonin proteninin azalması klinikteki kas zaafı,
kardiyak ileti defektleri ve Na+ kanal bozukluğuna
bağlı miyotoniden sorumludur.
DM1de CTG üçlü tekrarlarındaki artışın düzeyi klinik
tablonun ağırlığını belirler. Aynı aile
içindeki bireylerde bile tekrar sayısı, dolayısı ile
fenotipteki ağırlık, farklılıklar gösterir.
Ardışık kuşaklarda tekrar sayısı ve klinik
tablonun ağırlığı giderek artabilir (antisipasyon)
(Ayrıca bakınız: Klinik
Nörogenetik). Konjenital miyotonik distrofi gibi daha ağır
tablolar anne tarafından aktarılırlar. Bu nedenle konjenital DM1
saptanan bireylerin anneleri de mutlaka DM1 açısından
incelenmelidirler. Genel olarak 36-50 CTG tekrarı premutasyon
aralığını oluşturur. 100 ve üstündeki tekrarlar klasik
DM1 fenotipine yol açar. 1000-4000 CTG tekrarı (bazı kaynaklara göre
730-4000 tekrar) ise ağır konjenital miyotonik distrofi fenotipinde
görülür.
Klasik DM1in klinik bulguları:
1. Nöromüsküler bulgular:
a. Zaaf ve atrofi: DM1li hastalarda zaaf ve atrofinin
dağılımı yüzde başlıca frontal kas ile temporal,
masseter, levator palpebra superior kaslarını içerir. Temporal ve
masseter kaslarındaki atrofi oldukça tipik bir yüz görünümüne neden olur.
Boyunda fleksor kaslar ve sternokleidomastoid kas zayıf ve atrofiktir. Üst
ekstremitede başlıca bilek ve parmak ekstansor kasları, alt
ekstremitede ise ayak bileği dorsal fleksor kasları (tibialis
anterior), yani distal kaslar tutulur. Zaman içinde zaaf proksimal kaslara da
yayılabilir. Zaaf simetriktir. Bazı hastalarda yutma çok yavaş
progresif olarak bozulabilir.
b. Kas zaafı dışında miyotoninin bulunması
önemlidir. Miyotonik
distrofide klinik miyotoni, iyon kanalı hastalıklarına
bağlı konjenital miyotonilerde olduğu kadar ön planda
değildir. Özellikle zaafın fazla olduğu durumlarda klinik
miyotoni bulmak olanaksız olabilir. Bu nedenle EMG sırasında, bu
klinik tanı düşünülüyor ise, miyotonik boşalım mutlaka
aranmalıdır. Klinik miyotoni bulunduğu durumda hasta bir süre
dinlenmeden sonra sıktığı elini veya
gözkapağını açmakta zorlanır (aksiyon miyotonisi).
Ayrıca refleks çekici ile bir kas üzerine vurulduğunda o kasta
kasılma olur ve bu kasılma bir süre gözle görülebilir halde
kalır (perküsyon miyotonisi).
2. Nöromüsküler sistem dışı bulgular:
a. Frontal kellik
b. Katarakt: Posterior subkapsüler, multipl noktasal
c. Hipogonadizm, FSH artışı, insülin direnci, gebelik
komplikasyonları ve düşük
d. Apati, hipersomni, mental retardasyon (konjenital tipte), MRda serebral
beyaz madde lezyonları, bazen hafif duyusal nöropati
e. Hipoventilasyon, hiperkapni (solunum fonksiyonları izlenmeli ve
gerektiğinde non-invazif ventilasyon uygulanmalıdır)
f. İleti bozuklukları, ani ölüm, kardiyomiyopati (Yıllık
EKG kontrolleri gerekir. Aritmojenik ajanlar kullanılmamalıdır)
g. Disfaji (palatal veya özofageal kaynaklı), konstipasyon, megakolon,
kolelityazis
Şekil 15. Miyotonik
distrofide Şekil
15a. Yüz görünümü, Şekil 15b. atrofik sternokleidomastoid
kası, Şekil 15c. atrofik tibialis anterior
kasları
Konjenital tipte ise tüm bu bulgular oldukça ağırdır. Buna
bağlı olarak da bebek hipotoniktir ve çok sık alt solunum yolu
infeksiyonu geçirir. Bunlardan kurtulup yaşamını sürdürebilirse
çocuk, miyotonik distrofinin bulguları dışında
non-progresif mental retardasyon ile birlikte yaşamak durumunda
kalır. Konjenital miyotonik distrofide yüksek damak gibi iskelet
anomalileri de mevcuttur.
Genetik inceleme hem hastalığın tanısı için gereklidir,
hem de hastalık prognozunu belirler. Prenatal tanı ve hastalık
belirtisini henüz göstermeyen bireylerin tanınması da genetik
inceleme ile mümkündür. Genetik inceleme yapılamadığı
durumda indeks olgunun klinik bulguları yanında EMGde aranarak bulunmuş
miyotonik boşalımların varlığı büyük önem
taşır. Asemptomatik bireylerde, özellikle konjenital miyotonik
distrofi olgularının annelerinde, yapılacak dikkatli bir EMG
incelemesi veya genetik inceleme özellikle önemlidir.
Hastalığın kesin çaresi yoktur. Semptomatik tedavi,
kataraktın düzeltilmesi, hipersomnide modafinil uygulaması,
gerektiğinde anti-miyotonik ajanların kullanılmasını
içerir. Bazen hipoventilasyon veya hiperkapniyle savaşmak için
kullanılan non-invazif ventilasyon hastada aşırı gündüz uyuklamasını
düzeltir, günlük yaşam kalitesini yükseltir. Miyotonik distrofide
aritmojenik ajanların kullanılmaması, herhangi bir cerrahi
girişim sırasında gelişebilecek aritmilere karşı
hazırlıklı olmak yaşamsal önem taşır.
EMERY DREIFUSS KAS DİSTROFİSİ
Emery-Dreifuss müsküler distrofi (EDMD), erken çocukluk çağında
ortaya çıkan kontraktür, daha geç kendini gösteren hafif kas zaafı ve
erişkin yaştaki tüm hastalarda görülen kardiyak tutulum ile
karakterize kalıtımsal bir hastalıktır. Xe bağlı
resesif, otozomal dominant ve otozomal resesif kalıtılan ve şu
an kalıtımsal defekti belirlenmiş 4 tipi vardır (EDMD-1,
-2, -3 ve -4). Bu üç ayrı genetik geçişli tipin klinik tablosu
birbirine benzemektedir. Burada başlıca EDMD-1in klinik
özelliklerinden söz edilecektir.
EDMD-1: Xe bağlı resesif geçiş gösteren tipi en sıktır.
Bu durumda hastalık yalnızca erkeklerde görülür. Ancak
sapmış X inaktivasyonu olduğu durumda
taşıyıcı kadınlarda da klinik tablo manifest hale
geçebilir. Bu durumda aile içinde, erkekten erkeğe geçişin
olmadığı, psödo-dominant kalıtım paterni gözlenir.
Hastalığa neden olan mutasyon Xq28 bölgesindeki emerin proteini
genindedir. Emerin, nükleer zarfın integral proteinlerinden birisidir.
EDMD-2: Otozomal dominant geçen tipi daha seyrek, otozomal
resesif geçen tipi ise ender görülür. Her iki durumda da
hastalığı oluşturan mutasyon, 1q21.2 bölgesindeki lamin A/C
genindedir. Lamin A/C de nükleer zarfın lamina proteinlerindendir. Bu
genin mutasyonları ile ayrıca LGMD 1B, dilate kardiyomiyopati ile birlikte
kuadriseps miyopatisi, rigid spine lı konjenital miyopati, AR-CMT2A, A-V
ileti blokları ile birlikte giden ailesel dilate kardiyomiyopati (DCM-CD),
erken başlangıçlı atriyal fibrilasyon ve
Köbberling-Dunnigan tipi ailesel parsiyel lipodistrofi (FPLD), mandibuloakral
distrofi ve prematüre yaşlanma da ortaya çıkmaktadır. Lamin A/C
mutasyonları ile ortaya çıkan tüm bu hastalıklar alleliktir ve
aynı ailede değişik klinik tabloların birlikteliği
bildirilmiştir. EDMD-3: Otozomal dominant geçişlidir ve 6q25teki
sinaptik nükleer zarf proteini-1 (SYNE-1; Nesprin-1) geninde oluşan
mutasyonlarla ortaya çıkar. EDMD-4: Otozomal dominant geçişlidir ve
14q13teki sinaptik nükleer zarf proteini-2 (SYNE-2; Nesprin-2) geninde
oluşan mutasyonlarla ortaya çıkar.
Emery-Dreifuss müsküler distrofilerde başlangıç neonatal dönem ile 3.
onyıl arasındadır. Klinik tablo, aynı aile içinde bile
değişkenlik gösterir. Genellikle önce kontraktürler başlar.
Kontraktürler erken yaşlarda dirsekler ve ayak bileğinde, daha sonra
boyun ekstansor kasları, sırt ve bel kaslarında gelişir (Şekil
6). Daha sonra buna eklenen ve çoğunlukla geri planda kalan kas
zaafı, hastadaki hareket zorluğunun ana sebebi değildir.
Kontraktürler zaaftan daha sakatlayıcıdır. Kas zaafı
skapulo-humero-peroneal dağılımdadır. Deltoidler genellikle
korunur. Üst ekstremitelerde en sık tutulan kaslar biseps ve trisepstir.
Alt ekstremitelerde başlıca distal kaslar tutulur. 20-40lı
yaşlarda kalp tutulumu belirir. Kalp tutulumu bu yaşa
ulaşmış tüm hastalarda görülür. Görülen kardiyak patolojiler
başlıca taşikardi, bradikardi, atriyal ritm bozuklukları ve
paralizileri, A-V ileti defektleri ve/veya kardiyomiyopatidir. Hastaların
çoğu 30lu yaşlarda pace-maker takmak zorunda kalırlar ve bu
girişim hayat kurtarıcıdır. Bu nedenle
hastalığın tanınması ve hastanın kardiyak ileti
defektleri açısından yakından izlenmesi, gerektiğinde
pace-maker takılması çok önem taşır. Kardiyomiyopati,
pace-maker takılmasından sonra da gelişebilir. Bu nedenle
hastaların kardiyolojik açıdan, pace-maker uygulamasından
sonra da yakın izlemde tutulması çok önemlidir. Emerin
eksikliğinde manifest taşıyıcılar da kardiyolojik
açıdan benzer riskleri taşırlar.
CK normal veya yüksek bulunur. EMGde miyojen değişikliklerin
yanı sıra nörojen potansiyeller de bulunabilir. Kas biyopsisi
miyopati veya distrofi ile uyumludur. İmmunhistokimya ile emerin
eksikliği gösterilebilir. Genetik incelemede gösterilen mutasyonlar kesin
tanı koydurur. Kardiyolojik inceleme, ekokardiyografi dışında
mutlaka EKG ve 24 saatlik Holter de içermeli ve her yıl (bazen daha
sık) tekrarlanmalıdır.
Tedavide pace-maker takılmasını gerektirebilen kardiyolojik
tedavi en önemli yeri tutar.
Şekil 16. Emery-Dreifuss
kas distrofili bir hastada boyun ve dirsekler ile diz ve ayak bileklerinde
kontraktürler
OKÜLOFARİNGEAL KAS DİSTROFİSİ (OFMD)
Okülofaringeal distrofi seyrek görülen bir miyopatidir ve ileri erişkin
yaş hastalığıdır. Başlangıcı 40
yaş üzeri olarak bilinmektedir, ancak hastaların birçoğunda
belirtiler genellikle altıncı onyılda başlar. Otozomal
dominant (bazen resesif) olarak geçer. Hastalığa neden olan genetik
defekt 14q11.2-q13 bölgesindeki nükleer poly(A) binding protein-1 (PABN-1;
PABP2) genindeki GCG tekrar artışlarıdır.
En belirgin klinik özelliği iki yanlı ptoz ve disfajidir.
Başlangıç belirtisi her ikisinden biri olabilir. Ptoz
başlangıçta asimetrik olabilir ancak hastalık ilerledikçe
simetrik hale gelir, çok belirgindir. Göz hareketleri genellikle
kısıtlanmaz, kısıtlandığında da hafiftir ve
genellikle yukarı bakışta ortaya çıkar. Göz hareketlerinin
iyi korunmuş olması OFMDnin, ptozla giden bir başka
hastalık grubu olan mitokondriyal hastalıklardan en önemli
farkıdır. Diplopi pek gelişmez. Disfaji ilerleyicidir. Klinik
tabloya özellikle alt ekstremite proksimal kaslarının zaafı
eklenir.
CK hafif yüksektir. EMG miyopatiktir. Kas biyopsisinde kırmızı
çerçeveli vakuoller vardır. Elektron mikroskopik olarak kas lifleri içinde
ve çekirdeklerinde çok ince filamentler gösterilir ve tanı koydurucudur.
Kesin tanı genetik incelemede mutasyonun gösterilmesi ile konur.
Şekil 17. Okülofaringeal
kas distrofisinde belirgin ptoz olmasına rağmen göz hareketleri
genellikle etkilenmez
KONJENİTAL KAS DİSTROFİLERİ (KMD)
İlk yaşta başlayan, hipotoni ve kontraktürlerle seyreden, bazen
merkezi sinir sistemi ve/veya göz tutulumunun da eşlik ettiği
heterojen bir grup kas distrofisidir. İlk yaş içinde başlayan bu
distrofilerin klinik plandaki ortak özelliği, diğer distrofilerde de
görülen kas zaafıın yanında, genellikle hipotoni, ama
çoğunlukla kontraktürlerle seyretmeleridir. Histopatolojik özellik
non-spesifik miyopati veya distrofi bulguları ile birlikte çok
artmış bağ dokusundan oluşur.
CK orta veya çok yüksek değerlerdedir. EMG miyopatiktir. Bazı
tiplerinde merkezi sinir sistemi ve gözler de tutulabilir. Ağır
seyirli bir tipi otozomal resesif kalıtımlı ve 9q31-q34
bölgesindeki fukutin geni mutasyonları ile ortaya çıkar (Fukuyama
CMD). Bu tipte klinik tabloya mental retardasyon, epileptik nöbetler, MR
lezyonları gibi merkezi sinir sistemi bulguları, bazen göz tutulumu
eşlik eder. Otozomal resesif geçişli bir başka tipi 6q22
bölgesindeki merozin (laminin a-2) geni mutasyonları ile ortaya
çıkar. Konjenital kas distrofisinin bu tipinde miyopati ve motor
gelişme geriliği çok ağırdır, ancak kranyal MR
bulguları olmasına rağmen hastada mental retardasyon görülmez.
Hastalığın seyri ve klinik tablonun
ağırlığı rezidüel merozin miktarı ile orantılıdır.
Henüz geni bilinmeyen ve okült veya saf tip olarak bilinen bir başka
alt grupta ise mental retardasyon ve kranyal MR bulguları görülmez, seyir
selimdir. Skleroatonik müsküler distrof (Ullrich sendromu), kollajen VI defekti
ile giden ve Bethlem miyopatisi ile allelik olan bir konjenital müsküler
distrofidir. Yine kasla birlikte göz ve merkezi sinir sistemini tutan
kas-göz-beyin (Muscle-Eye-Brain--MEB) sendromu, CMD+integrin-7
mutasyonları veya ek başka bulgular gösteren değişik alt
grupları mevcuttur.
Performans artırmak ve deformiteleri önlemek amacı ile fizyoterapi,
oluşmuş deformitelerin bazılarının düzeltilmesi için
cerrahi girişim dışında tedavi bugün için söz konusu
değildir.
DİSTAL MİYOPATİLER
Distal kasları da tutan miyopatilerin bir grubu, başka
özellikleri nedeni ile bu bölümün başka başlıkları
altında irdelenmiş miyopatilerdir. Bu grupta distal kaslar da
proksimal kasların yanında tutulur. Distal miyopati terimi, proksimal
bir miyopatinin klinik olarak çok ilerlemiş döneminde zaafın distal
kaslara yayılımını anlatmak için kullanılmaz (Tablo
4). Aksine distal miyopatilerde klinik tablonun belirleyici özelliği,
başlangıçtan veya erken dönemlerden itibaren distal kasların
tutulumunun varlığı ve ağırlığıdır
(Tablo 5).
Tablo 4. Distal Kas Tutulumu da Gösteren Ancak Asıl Özelliği Bu Olmayan
Miyopatiler
DİSTROFİLER Miyotonik distrofi (DM) Emery-Dreifuss müsküler
distrofi (EDMD) Fasyoskapulohumeral distrofi (FSHD) OR Kavşak tipi distrofi 2G (AR-LGMD2G) |
KONJENİTAL MİYOPATİLER Nemalin (rod) Central core Sentronükleer Miyofibriler miyopatiler (desminopati, aB-kristallin def.) |
METABOLİK MİYOPATİLER Mitokondriyal hastalıklar Glikojenozlar Debranching enzim eksikliği Fosforilaz b-kinaz eksikliği Asit maltaz eksikliği |
DİĞER Myasthenia gravis, Skapuloperoneal miyopatiler |
Yalnızca, başlıca veya en erken distal kasların
tutulumu ile kendini gösteren, çok heterojen bir grup genetik hastalık
özgün distal miyopati grubunu oluşturur. Histopatolojik olarak bu
miyopatilerden bazıları nonspesifik miyopati, bazıları
distrofik değişiklikler, bazıları ise miyopati veya
distrofi ile birlikte kırmızı çerçeveli vakuoller (RV) gösterirler.
Distrofik değişiklikler gösterenler zaman zaman otozomal geçişli
kavşak tipi kas distrofileri ile iç içe geçer.
Tablo 5. Herediter ve Özgün
Distal Miyopatiler
Distal miyopatiler, kol ve bacakların distal kaslarını
izole, öncelikle veya ağırlıklı olarak tutan, heterojen bir
grup miyopatidir. Bu nedenle bu miyopatilerde klinik olarak nöropatilerden
ayırt edilme zorluğu yaşanabilir. Klasik olarak
polinöropatilerde zaaf ve özellikle atrofi ekstremitelerin en distal
(parmaklar, eller, ayaklar) kaslarında varlık veya belirginlik
gösterirken distal miyopatiler alt bacak (krus) veya önkol kaslarında
atrofi yaparlar, en distal kaslar genellikle korunmuştur.
Şekil 18a.
Distal miyopatide zaaf ve atrofi distal bacak kaslarındadır.
Şekil 18b. Nöropatide zaaf ve atrofi ayak
intrensek kaslarındadır
Bu hastalıklardaki heterojenite, tutulan kaslara ve histopatolojik
bulgulara da yansımaktadır. Örneğin, bazı tiplerde hastada
krus ön kompartman zaafı belirgin ve ağırlıklı
(örneğin herediter inklüzyon cisimli miyopati; Nonaka miyopatisi) olurken
bir başka tip distal miyopatide arka kompartman zaafı belirleyicidir
(örneğin Miyoshi miyopatisi), başka bazı tiplerde ise
başlangıç önkol kaslarındandır (örneğin Welander tipi
distal miyopati). Histopatolojik olarak ise bazı tipler distrofi,
bazıları non-spesifik miyopati, bazıları ise vakuollü
miyopati gösterirler. Miyoshi miyopatisi (MM), LGMD2Bnin allelik hastalığı
olup aynı soyağacı içinde hem MM hem de LGMD2B gösteren olgular
bildirilmiştir. Bu grup hastalıklar içinde en kolay
tanınabileceklerden birisi olması nedeni ile MM, dikkat edilmesi
gereken bir distal miyopatidir. Genç bir hastada kas zaafı ve atrofisi alt
bacak arka grup kasları tutmuşsa ve CK çok yüksek ise MM mutlaka akla
gelmelidir. Kas biyopsisinde yoğun inflamasyon gösteren distrofi
bulguları vardır, disferlin negatiftir.
Patogenezin farklılığı serum CK düzeyine de
yansımakta, CK normal, yüksek veya çok yüksek bulunabilmektedir. EMG
miyopatik değişiklikler gösterir. Kas biyopsisinde nonspesifik
miyopatik bulgular, distrofik bulgular veya kırmızı çerçeveli
vakuol gösteren miyopati bulguları gösterilebilir.
Performans artırmak ve deformiteleri önlemek amacı ile fizyoterapi,
oluşmuş deformitelerin bazılarının düzeltilmesi için
cerrahi girişim dışında tedavi bugün için söz konusu
değildir.
KONJENİTAL MİYOPATİLER
Konjenital miyopatiler, birbirinden bağımsız bazı
yapısal kas değişiklikleri ile kendilerini gösteren bir grup kas
hastalığıdır. Konjenital isimlendirmesi aslında
doğuştan beri olan ve yaşamın ilk yılları içinde
kendini gösteren anlamına gelmesine rağmen bu hastalıklar bir
yandan konjenital miyasteniler gibi bazı konjenital hastalıkları
içermemekte, bir yandan da bu grup içindeki hastalıklardakine benzer veya
onlarla aynı patolojik değişiklikleri gösteren, ancak gençlik
veya erişkinlik döneminde ortaya çıkan tabloları içine
almaktadır.
Otozomal dominant, otozomal resesif veya Xe bağlı resesif
kalıtım özelliği gösteren ve alt gruplarının her biri
ayrı hastalıklar olan bu miyopatiler her ırk ve cinste
görülebilmektedir.
Konjenital miyopatilerin ortak özelliği, kas hücreleri içinde morfolojik
olarak patolojik değişiklikler göstermeleridir. Bu morfolojik
değişikliklerin her biri hastalığa özgüdür ve çoğu
zaman hastalığın isimlendirilmesinde kullanılır.
nemalin (rod), central core, multi-minicore, centronuclear ve
miyofibriler miyopatiler bu miyopatilerin bazılarıdır.
Hastalıkların her biri için ayrı bir etyopatogenetik
mekanizmadan söz etmek mümkündür.
Primer olarak kası tutan bu hastalıklar çoğunlukla bebeklikte
başlar, yaşamla bağdaşacak hafiflikte olanlar genellikle
yavaş ve selim seyirlidir. İlk yaş içinde daha ağır olan
zaaf çocuk büyüdükçe ilk yaşlar içinde kısmen düzelme gösterir. Yani
motor gelişim gecikmiştir ancak genellikle çocuk bu basamakları
geç de olsa yakalar. Bu miyopatilerden bazıları ekstremite zaafı
dışında kranyal alan kaslarını, yine
bazıları kalp ve/veya solunum kaslarını tutabilir,
birçoğuna dismorfik özellikler eşlik eder. Histopatolojik olarak
sıklıkla tip-I kas liflerinin belirginliği veya atrofisi
gözlenir. İnfantil tiplerin dışında juvenil veya
erişkin tipler ve bu genel ve benzer özelliklerin dışına
çıkan konjenital miyopatiler veya formlar da mevcuttur. CK genellikle
normal veya hafif yüksek, EMG normal veya miyopatiktir. Bazı konjenital
miyopatilerin tanınması rutin histokimyasal ve enzim histokimyasal
incelemelerle mümkün olmakla birlikte, çoğunlukla ultrastrüktürel inceleme
amacı ile elektron mikroskopisi gerekmektedir. Defektif geni bilinen
konjenital miyopatilerde kesin tanı genetik analiz ile
kesinleştirilmektedir (Ülkemizde halen hiçbir konjenital miyopati için
genetik analiz yapılamamaktadır).
Performans artırmak ve deformiteleri önlemek amacı ile fizyoterapi,
oluşmuş deformitelerin bazılarının düzeltilmesi için
cerrahi girişim dışında tedavi bugün için söz konusu
değildir. Gen tedavi çalışmaları sürmekle birlikte henüz
patolojik süreci düzeltici bir tedavi bulunmamıştır.
HEREDİTER METABOLİK MİYOPATİLER
Büyük bir bölümü kas dokusunda enerji açığı yaratan,
bazıları ise yıkılamayan maddelerin depolanması ile
giden ve bu morfolojik veya biyokimyasal bozukluğun yansıması
olan klinik bulgularla kendini gösteren miyopatilerdir. Belirtiler çok
çeşitli düzeylerde ve lokalizasyonlarda kas zaafı olmakla birlikte,
enerji açığı yaratan hastalıklarda egzersiz
intoleransı önemli bir bulgudur. Bu gruptaki hastalıkların
bazıları yalnızca kas dokusuna özgü patolojik
değişiklik oluştururken birçoğu vücudun başka
sistemlerinde de kendini gösterir. Bazı metabolik hastalıklar,
aşırı enerji gerektiren durumlarda (ağır egzersiz,
açlık gibi) rabdomiyoliz ve buna bağlı miyoglobinüri
oluşturur. Yaşamı tehdit eden bu sonuç nedeni ile hastalar,
hastalıkları hakkında bilinçlendirilmelidir. Kandaki bazal veya
egzersiz sonrası laktat, piruvat ve amonyak düzeyleri bu hastalıklar
konusunda çok kaba bir ayırıcı tanı yaptırabilir. Bu
gruptaki hastalıklar enerji üretmekte kullanılan glikojen ve lipid
metabolizmasını ve en yüksek derecede ATP üretiminin
yapıldığı mitokondrileri ilgilendirmektedir.
GLİKOJEN DEPO HASTALIKLARI
LİZOZOMAL TİPTE GLİKOJEN DEPO HASTALIKLARI
Glikojenin, enerji üretmekte kullanılmayan lizozomal yoldan
yıkımının engellenmesi ile ortaya çıkan ve
kalıtımsal olan klinik tablolardır. En önemli özelliği,
lizozomal otofajik vakuollerin varlığıdır. Bugün artık
otofajik vakuoler miyopatiler (Danon hastalığı) olarak
bilinen bir grup hastalığın ilk tanımlanmış
üyesidir. Lizozomal enzimlerden asit maltaz eksikliğine
bağlıdır (Tip II glikojenoz). Danon hastalığı
grubunun diğer üyeleri lizozomla ilişkili membran proteini-2 (LAMP-2)
eksikliği (ilk tanımlandığında asit maltaz
eksikliği göstermeyen lizozomal glikojen depo hastalığı
olarak bildirilmişti), Xe bağlı geçen artmış
otofajili miyopati (XMEA) ve infantil otofajik vakuollü miyopatidir.
Asit maltaz enziminin eksik olduğu durumlarda (glikojenoz tip-II Pompe
hastalığı) klinik tablonun
ağırlığı, başlangıç yaşı ve
rezidüel asit maltaz miktarına bağlıdır. Kas
zaafının nedeni yıkılamayan lizozomal glikojenin lizozom ve
sitoplazmada birikerek kas liflerini harabiyete uğratmasıdır.
Böylece kalıcı ve ilerleyici kas zaafı oluşur. Kalbi ve
karaciğeri de tutabilir.
İnfantil tip (Pompe hastalığı) doğuştan
başlayan yaygın kas zaafı nedeni ile ortaya çıkan hipotoni,
ayrıca kardiyomiyopati ve hepatomegali ile seyreder. İlerleyici olan
bu tabloyu gösteren bebekler yaklaşık 1,5 yaşında
kaybedilirler. Juvenil ve erişkin tipleri biraz daha selim olmakla
birlikte, bunlarda birincil sorun solunum kaslarının tutulumudur.
Erişkin tip asit maltaz eksikliği bazen yalnızca solunum
sıkıntısı ile kendini gösterebilir.
Serum CK düzeyi, distrofilerde olduğu gibi çok yüksek düzeylerdedir. Bu
nedenle, çok yüksek CK düzeyi gösteren hastalarda distrofilerle birlikte
lizozomal glikojen depo hastalıkları da düşünülmelidir. EMG,
fibrilasyon, pozitif diken ve bazen miyotonik boşalımların
eşlik ettiği miyopati gösterir. Hastalığın
tanısı, basit histokimyasal incelemelerle rahatlıkla konabilir.
Ancak kesin tanı için dokuda biyokimyasal olarak enzim düzeyi tayini ve
genetik inceleme yapılmalıdır. Sistemik bulgular
açısından belli aralıklarla kalp ve solunum sistemi
fonksiyonları izlenmelidir.
Rekombinant enzimin (alglukozidaz alfa) ömür boyu sistemik olarak
kullanılması infantil başlangıçlı hastalarda
yaşam süresini uzatmakta, erişkin hastaların
bazılarında ise iyileşme sağlamaktadır. Tedaviye,
hastalığın yıkıcı etkilerinin en az olduğu
başlangıç döneminde başlanması en akılcı yol gibi
görünmektedir. Bu nedenle hastalığın erken tanısı önem
taşımaktadır. Bunun dışında solunum
yetersizliği ve kardiyomiyopatinin destek tedavisi birincil
yaklaşım olmalıdır.
NON-LİZOZOMAL TİPTE GLİKOJEN DEPO HASTALIKLARI:
Glikojenin enerji üreten, yapım ve yıkım yollarındaki enzim
defektleri nedeni ile ortaya çıkan miyopatilerdir. Bazıları
sistemiktir. Tümü kalıtımsal hastalıklardır. Miyopati
ortaya çıkaran glikojenozlar debranching enzim, branching enzim, miyofosforilaz,
fosfofrüktokinaz, fosforilaz-b-kinaz, fosfogliserat kinaz, fosfogliserat mutaz,
laktat dehidrogenaz, aldolaz eksiklikleridir.
Bu tipteki miyopatilerde kas liflerinde yıkılamayan glikojenin
birikimi olmakla birlikte, geri plandadır. Bazılarında glikojen
birikimi hemen hiç olmamaktadır. Dokularda yalnızca glikojen
değil, bloğa uğratan enzimin fonksiyonuna göre, başka
polisakkaridler de birikebilir. Daha önemli sorun enerji elde edilememesidir.
Başlıca sorunun enerji elde edilememesi olması nedeniyle
egzersizle ortaya çıkan ağrı, yorgunluk gibi belirtiler
(egzersiz intoleransı), kas zaafına göre daha belirgindir. Bazen hiç
kas zaafı olmamasına rağmen yalnızca egzersiz
intoleransı görülebilir. Yıllar içinde bazen zaaf gelişebilir.
Karaciğer ve periferik sinirler de tutulabilir. Bazı durumlarda
hipoglisemi atakları, ensefalopati tabloları görülebilir.
Rabdomiyoliz gelişebilir.
Serum CK düzeyi normal veya hafif yüksek olabilir, rabdomiyoliz dönemlerinde
geçici olarak çok yükselebilir. EMG normal veya miyopatik olabilir.
Miyofosforilaz eksikliğinde (Mc Ardle hastalığı)
bazen tek bulgu, iskemik egzersizle ortaya çıkan ve EMGde sessiz kalan
kontraktür olabilir. Bu hastalıktan kuşku duyulduğunda bu
bulgunun özellikle aranması gerekir. İskemik egzersiz testi
sırasında laktatın bazal değere göre hiç yükselmemesi
değerli bir bulgudur, ancak bulunamayabilir. Bu grup hastalıkta
biyokimyasal incelemeler, kas biyopsisi ve genetik incelemeler değer
taşımaktadır.
Bu grup hastalığın kesin tedavisi bugün için bilinmemektedir.
Hastanın, hastalığı konusunda bilinçlendirilmesi, diyetin
enerjiyi glikojenden farklı bir maddeden elde edecek şekilde
düzenlenmesi, rabdomiyolize yol açacak aktivitelerden
kaçınılmasının sağlanması, kardiyovasküler
performansı artırıcı hafif ve düzenli egzersiz verilmesi
önemlidir.
LİPİD DEPO HASTALIKLARI
Kas kasılmasının bazı aşamalarında gerekli olan
lipid aktarım veya yıkım yolu bozukluklarına
bağlı olarak gelişen, egzersiz intoleransı veya kas
zaafı, bazen eşlik eden sistemik bulgularla kendini gösteren bir grup
metabolik hastalıktır.
Lipid metabolizması bazı hareketlerimiz ve hareketlerimizin
bazı aşamalarında gerekli olan bir enerji yoludur. Bu yolun, kas
lifleri içindeki nötral lipidlerin aktarımı veya
yıkımı sırasında bloke olması hem enerji
açığı ortaya çıkarır, hem de yıkılamayan
lipidlerin hücreler içinde birikmesine (bazı tiplerinde) neden olur.
Belirtiler de bu iki faktöre bağlı olarak ortaya çıkar. Kas veya
sistemik karnitin eksikliği, karnitin palmitil transferaz I ve II (CPT I
ve II) eksikliği, karnitin-acilkarnitin translokaz eksikliği,
kısa-, orta-, uzun- ve çok uzun- zincirli acil-koenzimA dehidrogenaz
eksiklikleri, elektron transfer flavoprotein (ETF) defektleri, koenzim-Q
(CoQ10) eksikliği, miyopati yapan lipid (veya lipid-mitokondri) depo
hastalıklarıdır.
Yoğun egzersiz ve özellikle açlık durumlarında rabdomiyoliz
gelişebilir. Bazen ilerleyici kas zaafı olabilir. Kas tutulumu
dışında bazı tiplerde karaciğer tutulumu, bazı
durumlarda ise ensefalopati (Reye sendromuna benzer tablo) ve
sıklıkla kalp tutulumu görülebilir. Özellikle infantil dönemde
başlayan bazı tiplerde hipoketotik hipoglisemi de birlikte olabilir.
Serum CK düzeyi normal veya hafif yüksektir, rabdomiyoliz dönemlerinde çok
yükselebilir. EMGde miyopati bulguları vardır. Kas biyopsisinde kas
lifleri içinde lipid birikiminin gösterilmesi bu grup hastalığa
tanı koydurur. Bazı tiplerde lipid birikimi görülmez. Birikim
gösterilebilse bile bu yolun hangi düzeyde bloke olduğunu anlamak için
dokuda biyokimyasal olarak enzim düzeyi saptamak gereklidir. Bazı tiplerde
genetik inceleme yapılabilir.
Bugün için bilinen kesin bir tedavi yoktur. Karnitin eksikliğinde 3gm/gün
L-karnitin kullanılabilir. Elektron transfer flavoprotein (ETF) defektleri
riboflavine (B2 vitamini), koenzim-Q (CoQ10) eksikliği ise CoQ10
tedavisine dramatik yanıt verir. Ancak, başlıca
kardiyomiyopatinin, ayrıca gelişebilecek ensefalopatinin
iyileştirilmesi en önemli yaklaşımlardan biridir. Bunun
yanında hastanın hastalık hakkında bilinçlendirilmesi,
diyetin düzenlenmesi, rabdomiyolize yol açan açlık, oruç,
aşırı egzersiz gibi aktivitelerden kaçınmasının
sağlanması önemlidir.
MİTOKONDRİYAL HASTALIKLAR
Mitokondriyal hastalıklar genellikle yalnızca kas dokusunu
ilgilendirmeyen multisistemik ve mitokondri disfonksiyonu ile giden
hastalıklardır. Bu nedenle mitokondriyal sitopatiler olarak
da adlandırılmaktadırlar. Kalıtımsal veya edinsel
olabilirler. Kalıtımsal olanlarda genetik geçiş Mendel
kanunlarına göre, yani nükleer gen defektlerine bağlı olarak
veya mitokondriyal DNA defektlerinin maternal yoldan aktarımı ile
olur. Nükleer-mitokondriyal intergenomik iletişim bozukluğu da
mitokondriyal hastalık ortaya çıkarabilir. Bazı olgular
sporadiktir.
Defektif mitokondrilerin oranı, her dokunun eşik değerine
bağlı olarak, patolojik bulgu oluşmasına neden olur veya
bulgunun derecesini belirler. Mitokondrinin, hücrenin en önemli enerji deposu
olması nedeni ile enerji açığı ortaya çıkar. Bu
nedenle en sık etkilenen dokular, enerjiye en çok gereksinimi olan iskelet
kası, düz kas ve kalp kası ile retina ve beyin dokularıdır.
İyi belirlenmiş mitokondriyal sendromlar:
MELAS: Mitokondriyal ensefalomiyopati, laktik asidoz, inme benzeri
epizodlar
MERRF: Miyoklonik epilepsi, ragged red lifler
CPEO : Kronik progresif eksternal oftalmopleji
MNGIE: Miyo-nöro-gastrointestinal sendrom, ensefalopati
NARP: Nöropati, ataksi, retinitis pigmentosa
Leigh sendromu
Kearns Sayre sendromu
FRDA: Friedreich ataksisi
İyi belirlenmiş bu mitokondriyal sendromlar dışında,
her biri bulunan mutasyona veya oluşmuş klinik bulguya göre
adlandırılmış çok sayıda mitokondriyal hastalık
olduğu bilinmektedir. Tanımlandıkça bu sayının çok
artması kaçınılmazdır. En iyi tanımlanmış
mitokondriyal hastalıklarda ptoz ve oftalmopleji sık görülen bir
bulgudur. Kas zaafı değişik derecelerde olabilir. Egzersizle
yorulma, geri planda da olsa bulunabilir. Diğer sistem tutulumları da
kendilerine özgü bulguları gösterirler. Bazen rabdomiyoliz
gelişebilir.
Serum CK düzeyi çoğunlukla normal, bazen hafif yüksektir. EMG normal veya
miyopatik olabilir. Kas biyopsisinde ragged red liflerin (RRF)
bulunması, enzim histokimya ile mitokondriyal agregatların
varlığı veya sitokrom oksidaz üretiminin olmadığının
gösterilmesi genel olarak bu grup hastalığın
tanınmasına yardımcı olur. Ancak bazı durumlarda bu
histopatolojik bulguların bulunmayacağının bilinmesi
önemlidir. İskemik egzersiz testinde serum laktat düzeyi normalden çok
daha fazla yükselir. MELASta beyin omurilik sıvısında laktat
düzeyi artmıştır, bazen laktat/piruvat oranı
değişmiştir. Ancak alt grupların belirlenmesi için
biyokimyasal inceleme ve dokuda genetik inceleme gereklidir. Diğer sistem
tutulumları da kendilerine özgü incelemelerle saptanmalıdır.
Bugün için hiçbir alt grupta kesin tedavi sözkonusu değildir. Ancak,
aerobik egzersiz, rabdomiyolizden korunma, diklorasetat (DCA) (laktik
asidozda), riboflavin (kompleks-1 eksikliğinde), folik asit, L-karnitin,
CoQ-10, L-karnitin + CoQ-10, E vitamini, C vitamini, K3vitamini, diğer
sistem tutulumlarının tedavisi, nöbet kontrolu (valproata dikkat
edilmelidir, karnitin eksikliği yapabilir), katarakt cerrahisi, ptoz
cerrahisi, transfüzyon (sideroblastik anemi), büyüme hormonu (endokrin sistem
tutulmuşsa), pace-maker, gerekirse kardiyak transplantasyon, nazogastrik
besleme, periton diyalizi (MNGIE), işitme cihazı, koklea
transplantasyonu, hidrasyon ve elektrolit balansının düzenlenmesi,
diyaliz (renal tutulumda), ilgili durumlarda ve gerektiğinde uygulanmalıdır.
Şekil 19. Mitokondriyal
miyopatide ptoza göz hareketlerinde belirgin bozulma eşlik eder
İSKELET KASI İYON KANALLARININ HEREDİTER
HASTALIKLARI
İyon kanalı hastalıklarının önemli özelliği
belirtilerin paroksizmal olmasıdır. Kas iyon kanalı
hastalıklarının iki ana semptomu vardır: miyotoni ve
epizodik güçsüzlük. Bu hastalıkların bazılarında sadece
miyotoni, bazılarında sadece güçsüzlük, bazılarında ise
biri ön planda olmak üzere her iki semptom da bulunur. Seyrek görülen bu
hastalıkların çoğu (otozomal resesif miyotonia konjenita
dışında hepsi) otozomal dominant tipte bir herediter geçiş
gösterir.
Tablo 6.
İskelet Kası İyon Kanallarının Herediter
Hastalıkları
HASTALIK |
İYON KANALI |
GEN LOKALİZASYONU |
KODLANAN PROTEİN |
Hiperkalemik periyodik paralizi |
Sodyum |
17q23 |
Sodyum kanalı alfa subünitesi |
Paramiyotonia konjenita |
Sodyum |
17q23 |
Sodyum kanalı alfa subünitesi |
Potasyumun arttırdığı miyotoni |
Sodyum |
17q23 |
Sodyum kanalı alfa subünitesi |
Hipokalemik periyodik paralizi |
Kalsiyum |
1q32 |
L-tipi kalsiyum kanalı
alfa subünitesi |
|
Sodyum |
17q23 |
Sodyum kanalı alfa subünitesi |
Malin hipertermi |
Kalsiyum |
19q13 |
Riyanodin reseptörü |
|
Kalsiyum |
1q32 |
L-tipi kalsiyum kanalı
alfa subünitesi |
|
Sodyum |
17q23 |
Sodyum kanalı alfa subünitesi |
Miyotonia konjenita |
Klor |
7q35 |
Klor kanalı |
Andersen sendromu |
Potasyum |
17q23 |
Potasyum inward rectifier kanalı |
KALSİYUM KANALI HASTALIKLARI
Hipokalemik
periyodik paralizi ve malin hipertermi, kalsiyum kanalı
hastalıkları adı altında toparlanmış
olmasına rağmen kalsiyum kanallarındaki mutasyonların
yanı sıra daha nadir olarak sodyum kanalındaki
mutasyonlar da bunlara neden olabilir.
HİPOKALEMİK PERİYODİK PARALİZİ
Otozomal dominant geçişli olan bu hastalıkta belirtiler daha çok
erkeklerde kendini gösterir. Güçsüzlük atakları genellikle puberte
sıralarında başlar. Tipik bir atakta hasta sabah güçsüzlükle
uyanır ya da sabah uyanınca bacaklarında ağırlık
hisseder, bir saat içinde kol ve bacaklarında güçsüzlük başlar.
Güçsüzlük ilerledikçe derin tendon refleksleri hipoaktif hale gelir. En
ağır şeklinde hasta hiçbir ekstremitesini hareket ettiremez hale
gelir. Çoğu zaman solunum ve yüz kasları etkilenmez, ancak nadiren
solunum kaslarının da tutulup ölüme yolaçtığı çok
ağır ataklar olabilir. Atak sırasında duyusal yakınma
olmaz. Ataklar birkaç saatten bir güne kadar sürebilir ve
başladığı gibi hızlıca sona erer. Ataklar
arasında hasta tamamen normaldir, fakat hafif bir kalıcı
zaafın sürdüğü olgular da vardır. Atak
sıklığı çok değişkenlik gösterir, haftada birkaç
kez olabildiği gibi yılda birkaç kez veya daha az olabilir.
İleri yaşlarda atakların seyrekleştiği gözlenir.
Ataklar ağır karbonhidratlı yiyecekler ve ağır
egzersiz sonrası dinlenme ile provoke olabilir.
Ataklar sırasında serum potasyumu genellikle düşük (3 mEq/L
veya daha aşağıda) bulunur. Bu durum potasyumun böbrekten
atılımı ile ilgili değildir, çünkü idrar potasyumu da
azalmıştır. Mesele potasyumun kas lifi içine girmesidir.
Ağır karbonhidrat alımı ve insülinin bu
hastalığı provoke etmesi; insülinin Na/K pompasını
stimüle ederek potasyumun hücre içine girmesini sağlayan fizyolojik
etkisine bağlıdır. Tanının belirsiz olduğu
durumlarda glukoz ve insülin infüzyonu yapılarak güçsüzlük provoke
edilebilir. Bu test, düşük potasyumun kardiyak etkilerinin çok ağır
olabileceği göz önünde tutularak, ancak çok gerektiği zaman,
sıkı kontrol altında ve acil girişimin mümkün olduğu
şartlarda yapılmalıdır.
Laboratuvar incelemelerinde atak sırasında potasyumun düşük
olmasına bağlı olarak tipik EKG değişiklikleri
(bradikardi, PR ve QT aralıklarının uzaması, T dalgalarının
düzleşmesi ve belirgin U dalgaları) ortaya çıkar. Serum CK, atak
sırasında veya sonrasında yüksek olabilir. EMGde güçsüzlük
derecesine bağlı olarak bileşik kas aksiyon potansiyelinin
amplitüdünün düştüğü, motor ünit potansiyellerinin
azaldığı görülür; hasta hareket edemez hale geldiğinde kas
ineksitabldır. Miyotonik boşalımların olmaması dikkat
çekicidir. Kas biyopsisi normal olabilir veya miyopatik değişiklikler
gösterebilir. Özellikle kalıcı zaafın olduğu hastalarda kas
liflerinde vakuoller veya tübüler agregatlar bulunur.
Hasta dört ekstremitede de güçsüzlükle geldiğinde ayırıcı
tanıda servikal miyelopati ya da vertebrobaziler sistemi tutan
serebrovasküler hastalık, Guillain-Barré sendromu gibi kuadriparezi yapan
nedenler akla gelmelidir. Familyal hipokalemik periyodik paraliziyi sekonder
periyodik paraliziden ayırmak çok önemlidir. Güçsüzlük atakları
üriner veya gastrointestinal sistemden potasyum kaybı sonucu ortaya
çıkıyorsa, familyal periyodik paralizinin aksine, ataklar
arasında da potasyum düşüktür. Ayırıcı tanıda
düşünülmesi gereken bir diğer hastalık da tirotoksikoza
bağlı periyodik paralizidir. Tirotoksikozun tedavisi ile ataklar da
kaybolur.
Moleküler biyoloji çalışmaları olguların çoğunda
birinci kromozomda bulunan ve dihidropiridine sensitif kalsiyum
kanalının (dihidropiridin reseptörü) alfa subünitesini kodlayan
gendeki (1q31-32) nokta mutasyonlarının hastalıktan sorumlu
olduğunu ortaya çıkarmıştır. Transvers tübüllerde
bulunan dihidropiridin reseptörlerinin esas fonksiyonu sarkoplazmik retikulumda
bulunan riyanodin reseptörlerine voltaj değişikliklerini iletmektir.
Riyanodin reseptörleri ise sarkoplazmik retikulumdan kalsiyumun serbest
bırakılmasını sağlayarak kontraksiyonu
başlatırlar. Bu yapıların patogenezdeki rolü henüz
anlaşılabilmiş değildir, çünkü daha önce yapılan
elektrofizyolojik çalışmalar kontraksiyon mekanizmasında
herhangi bir problem olmadığını, kas lifi
ineksitabilitesinin membran bozukluğuna bağlı olduğunu
ortaya koymuştur. Zaten sınırda
çalıştığı düşünülen membran, serumda potasyumun
azalmasına neden olan durumlarda dekompanse hale gelmekte ve anormal bir
depolarizasyona uğramaktadır. Görüldüğü gibi elektrofizyoloji ve
moleküler biyoloji arasında ciddi çelişkiler vardır ve esas olarak
patogenez henüz bilinmemektedir.
Paralizi
atakları 5-10 gram oral potasyum ile tedavi edilebilir, genellikle
intravenöz potasyuma gerek kalmaz. Düşük karbonhidratlı ve düşük
sodyumlu diyet ile ataklar önlenebilir. Ataklar arası koruyucu tedavi
karbonik anhidraz inhibitörü olan asetozolamid veya diklorfenamid ile
yapılabilir. Triamteren veya sprinolakton da denenebilir.
MALİN HİPERTERMİ
Anestezi sırasında gelişen ve çok yüksek mortalitesi olan
otozomal dominant bir hastalıktır. Yüksek ateş ve kas rijiditesi
ile seyreder; miyoglobinüri görülebilir ve CK çok yükselir. Özellikle central
core konjenital miyopatisinde ortaya çıkabilir. Riyanodin reseptör
genindeki (19q12-13) mutasyonların olguların çoğundan sorumlu
olduğu düşünülmektedir. Tedavisinde dantrolen kullanılır.
SODYUM KANALI HASTALIKLARI
İskelet
kası sodyum kanalı alfa subünitesini kodlayan ve 17. kromozomda
bulunan (17q23) gendeki nokta mutasyonları sonucu bu hastalıklardan
herhangi biri oluşur. Mutant (hasta) kanalların patolojik olarak
oluşturduğu hafif depolarizasyon miyotoniye, ağır
depolarizasyon ise güçsüzlüğe neden olur. Bunu patogenezi nispeten daha
iyi anlaşılmış olan hiperkalemik periyodik paralizi
örneği ile anlatmaya çalışalım. Olayın
başlamasına sodyum kanallarında inaktivasyon bozukluğu olan
mutant kanallar sebep olur, ancak olay sağlam olan sodyum kanallarına
bağlı olarak gelişir. Bozuk kanallardaki inaktivasyon
bozukluğu depolarizasyonun uzamasına neden olmaktadır. Hafif
düzeyde bir depolarizasyon uzaması söz konusu ise o sırada inaktivasyondan
çıkmış olan ve istirahat halinde olan sağlam sodyum
kanalları bu süregelen depolarizasyonun etkisiyle yeniden aktif hale
gelir. Bu durumda klinik olarak miyotoni görülür. Bozuk kanalların
inaktive olamaması membranda ağır bir depolarizasyon oluşturursa
sağlam kanalların inaktivasyondan istirahat haline geçebilmeleri için
gereken membran potansiyeli yaratılamamış olur ve sağlam
kanallar da inaktivasyondan çıkamaz. Bu durumda hücre uyarılamaz ve
klinik olarak güçsüzlük görülür.
HİPERKALEMİK PERİYODİK PARALİZİ
Otozomal dominant geçişli bu hastalık her iki cinste de görülür. Zaaf
atakları bebeklikte farkedilebilir ama daha çok çocukların çok
oturmak zorunda kaldıkları ilkokul çağlarında dikkati
çekmeye başlar. Hipokalemik periyodik paralizide olduğu gibi zaaf
atakları kol ve bacakları tutar; yüz ve solunum kasları
etkilenmez. Güçsüzlük çoğu zaman dört ekstremiteyi de etkiler, ancak tek
ekstremitenin etkilendiği ataklar da vardır. Hiperkalemik periyodik
paralizideki atağın hipokalemik periyodik paralizidekinden bazı
farkları vardır: Gün içinde, daha çok egzersiz sonrasındaki
istirahat sırasında ortaya çıkar, maksimum defisite daha çabuk
ulaşılır, kısa sürer (çoğu bir saatten az), daha hafiftir
ve daha sıktır. Yine hipokalemik periyodik paraliziden farklı
olarak karbonhidratlı yiyecekler atakları provoke edeceğine
atağın gelmesini engelleyebilir. Atakların bazen daha uzun
sürdüğü, daha ağır olduğu, bazı hastalarda ise hafif
bir kalıcı zaaf zemininde geliştiği gözlenir. Bazı
hastalarda miyotoni görülebilir.
Ataklar sırasında genellikle potasyum yüksek veya normal
bulunabilir. Tanı belirsizse potasyum verilerek yapılan provokasyon
testiyle atak oluşturmaya çalışılabilir. Potasyumun
kardiyak etkileri düşünülerek bu test hipokalemik periyodik paralizide söylendiği
gibi yoğun bakım şartlarında ve ancak çok gerektiğinde
uygulanmalıdır. Diğer bir provokasyon yöntemi de hastaya bir
süre egzersiz yaptırıp ardından dinlendirmektir. Serum CK düzeyi
atak sırasında veya sonrasında yüksek bulunabilir. Potasyumun yüksek
bulunmasına uygun olarak EKG değişiklikleri görülebilir. EMGde
hipokalemik periyodik paralizide görülmeyen miyotonik boşalımlar
görülebilir; atak sırasındaki güçsüzlüğün
ağırlığına bağlı olarak bileşik kas
aksiyon potansiyelinde düşme ve motor ünit potansiyellerinde azalma
saptanır. Kas biyopsisinde tübüler agregatlar olabilir, vakuoller
görülebilir.
Paralizi atakları genellikle hafif olduğundan tedavi gerektirmez.
Bol karbonhidratlı, düşük potasyumlu diyet ve sık
aralıklı öğünlerle ataklar önlenebilir. Gerekirse kalsiyum
glukonat veya glukoz ve insulin verilebilir. Ataklar arası koruyucu tedavi
olarak asetozolamid veya diklorfenamid kullanılabilir. Diüretikler
atakları azaltabilir.
PARAMİYOTONİA
KONJENİTA
Otozomal dominant geçişlidir. Miyotoni ve güçsüzlüğün birlikte
görüldüğü bu hastalık bebeklikte başlar. Her iki semptom da en
çok yüz ve ellerde belirgindir. Miyotoni diğer hastalıklarda
görülenin aksine hareketle azalacağına artar (paradoks miyotoni).
Hastaya gözünü sıkıca üst üste kapaması söylenir, hasta bir süre
sonra gözünü açamaz hale gelir. Hareketle miyotoni arttığı gibi
kuvvetli ve tekrarlanan hareket güçsüzlük de oluşturabilir.
Güçsüzlüğün ortaya çıkmasına neden olan diğer önemli bir
etken de soğuktur. Hastalar birçok defa semptomlarını
ağrı, katılık, şişlik gibi müphem sözlerle ifade
ettiklerinden tanı koymak için güçsüzlüğü ortaya çıkaracak
provokatif testlerin yapılması gerekebilir. El soğuk suya
kısa bir süre sokulursa hasta elini hareket ettiremez hale gelir, bu
ağır zaaf (kontraktür) el sudan çıkarıldıktan saatler
sonra düzelir. El soğuk sudayken EMG ile kasın elektriksel olarak
sessiz hale geldiği gösterilmelidir. Ayrıca, EMGde miyotonik
boşalımlar görülür. Hafif olgularda soğuktan sakınmak
yeterlidir. Tedavisinde, meksiletin gibi sodyum kanal blokerleri ya da
tiazid/asetozolamid gibi ilaçlar işe yarayabilir.
POTASYUMUN
ARTTIRDIĞI MİYOTONİ (POTASSIUM AGGRAVATED MYOTONIA, MYOTONIA
FLUCTUANS)
Potasyum alımı ile provoke olan miyotoni atakları ile
karakterize otozomal dominant bir hastalıktır. Gençlik
çağlarında ortaya çıkar. Bazen egzersiz de miyotoniyi provoke
edebilir. Miyotoni ağrılı olabilir. Güçsüzlük görülmez.
Soğuğun olumsuz etkisi yoktur. Tedavisinde, meksiletin veya asetozolamid
kullanılabilir.
KLOR KANALI HASTALIKLARI
Aile içi evlenmelerin yüksek oranda olduğu ülkemizde resesif miyotonia
konjenita kas iyon kanalı hastalıkları arasında en sık
görülenidir. Dünyada da resesif tip dominanta göre daha sık görülür. Bu
iki tip klinik olarak birbirine benzer ancak bazı farkları
vardır.
OTOZOMAL RESESİF MİYOTONİA KONJENİTA (BECKER
TİPİ)
Hastalığın başlıca semptomu olan miyotoni çocukluk
çağında (4 ile 12 yaş arası) başlar. Daha çok
erkeklerde görülür. Miyotoni önce bacaklarda, bundan birkaç yıl sonra ellerde,
kollardan aylar veya yıllar sonra da yüz ve boyunda farkedilir, yani
asandan (yukarı doğru) bir seyir söz konusudur. Genellikle miyotoni
çok belirgindir. Dikkati çeken bir özellik de hastanın,
kaslarının hipertrofik olması nedeniyle, atletik yapıda
olmasıdır. Birçok hastada geçici zaaf diye adlandırılan
özgün bir fenomen görülür. Bir hareketin ilk kontraksiyonu normal iken güç
ikinci kontraksiyonda aniden azalır, birkaç kontraksiyon boyunca
azalmış olarak kalır, ardından giderek düzelir ve tamamen
normale döner. Birçok kasta muayene ile ortaya çıkarılabilen bu
fenomeni hastalar daha çok ellerde ağır bir yük kaldırırken
aniden boşalma ve elden düşürme şeklinde ifade ederler. Geçici
zaaf, bazen hastaya miyotoniden daha çok rahatsızlık verir ve miyotoniden
ayırdedilmesi gerekir.
Şekil
20. Miyotonia konjenitalı
hastada kasların hipertrofik görünümü
OTOZOMAL DOMİNANT MİYOTONİA KONJENİTA (THOMSEN
TİPİ)
Hastalık bebeklik veya erken çocukluk çağında kendini gösterir.
Baştan itibaren miyotoni yaygındır, yani asandan seyir yoktur.
Genellikle geçici zaaf görülmez, ancak görülen aileler de vardır. Resesife
göre daha hafiftir, hatta şikâyet yaratmayacak ölçüde silik
semptomların olduğu olgular da vardır.
Resesif ve dominant miyotonia konjenitayı birbirinden ayırmak her
zaman kolay değildir. Ender olarak başlangıç yaşı,
asandan seyir olup olmaması, miyotoninin
ağırlığı, geçici zaaf olup olmaması gibi karakteristiklerde
yukarıda anlatılan klasik bilgilerin tam tersi, yani biri için
anlatılan diğeri için geçerli olabilir. Ayırım
başlıca aile ağacında resesif veya dominant geçişe
göre yapılır.
Her ikisinde de serum CK düzeyi normal veya hafif yükselmiş bulunur.
İğne EMGsinde incelenen her kasta kısa süreli miyotonik
boşalımlar vardır. Kas patolojisinde hipertrofik lifler,
santral nukleuslar ve tip 2 liflerinde azalma görülebilir. Patolojik
değişiklikler hafif düzeydedir.
Miyotonia konjenitadan ayırt edilmesi gereken en önemli hastalık
miyotonik distrofidir. Miyotonia konjenitada miyotoni çok belirgin iken
miyotonik distrofide genellikle geri plandadır. Miyotonik distrofide
okülobulber kaslarda, boyun ve distal ekstremite kaslarında güçsüzlük
vardır; frontal kellik ve temporal atrofiyle birlikte tipik bir yüz görünümü
dikkati çeker; kas dışı organ tutulumu bulunur.
Dominant ve resesif formlardan 7. kromozomdaki iskelet
kası klor kanalı genindeki (7q35) nokta mutasyonları sorumludur.
Resesif tipte nadiren klor kanalı geninde delesyon da
saptanmıştır. Genetik incelemelerden yararlanarak miyotonia
konjenitanın resesif olduğuna karar vermek her iki allelde de
aynı mutasyon bulunduğu zaman kolaydır. Bazen yine aynı
gende (yani klor kanalı geninde) iki allelde farklı mutasyonlar
bulunur, compound heterozigosite denilen bu durumun resesif geçişe
delalet ettiği düşünülür. Sadece tek allelde mutasyon
gösterilebildiği durumlar genellikle dominant geçişle uyumludur. Daha
sık olarak dominant ailelerde hiçbir mutasyon saptanamaz. Bu durumlarda
resesif veya dominant ayırımı ancak aile ağacına
dayanılarak yapılabilir.
Moleküler biyoloji öncesinde yapılan elektrofizyolojik incelemeler
miyotonia konjenitada klor kanallarında ileti azalması
bulunduğunu ortaya koymuştu. Normal şartlarda klor iyonu, kas
lifinden dışarı atılan potasyum iyonunun transvers
tübüllerde birikmesine engel olur. Klor iletisi azaldığında
transvers tübüllerde artan potasyum konsantrasyonu yeniden depolarizasyona
neden olur ve böylece ortaya çıkan repetitif elektrik deşarjlar
klinik olarak miyotoninin görülmesine neden olur. Klor kanalını
sorumlu bulan ve birbirini tamamlayan bu fizyolojik ve genetik
çalışmalara rağmen klor kanalındaki bozukluğun tek
başına miyotonia konjenitadaki hipereksitabiliteyi açıklamaya
yetmediği, bu hastalarda sodyum kanalında da bazı
bozuklukların olduğu ve mekanizmanın henüz tam olarak
anlaşılamadığı düşünülmektedir.
Miyotoni hafif olduğu zaman tedavi gerekmez. Tedavide en sık
meksiletin kullanılır, karbamazepin ve fenitoin sodyum diğer
seçeneklerdir. Karbonik anhidraz inhibitörleri (asetozolamid) de yararlı
olabilen ilaçlardandır. Bu tedavilerin herbiri tek başına,
düşük dozda başlanarak verilir; semptomlar yeterince kontrol
altına alınamamışsa doz yükseltilir. Beklenen cevap,
miyotoninin tamamen ortadan kalkması değil, mümkün olabileceği
kadar azalmasıdır. Özellikle meksiletin ve fenitoin sodyum
kullanımından önce hastaya kardiyolojik inceleme yaparak
bunların kullanımında bir sakınca
olmadığının belirlenmesi gerekir.
POTASYUM KANALI HASTALIKLARI
ANDERSEN
SENDROMU
Otozomal dominant veya sporadik geçişli bu sendromda paralizi
ataklarına kardiyak disritmi ve dismorfik belirtiler eklenir. Periyodik
paralizi hipo-, normo- veya hiperkalemik olabilir. Uzamış QT
aralığı tipik bir bulgudur. Hafif miyotoni de semptomlara
eşlik edebilir. Tanınması, pace-maker takılmasını
gerekterebilecek ciddi kardiyak komplikasyonların önlenmesi
açısından önem taşır. Çok yakın bir tarihte bu
sendroma potasyum genindeki (17q23deki inward rectifying potasyum geni)
mutasyonların yol açtığı
anlaşılmıştır.
EDİNSEL SİSTEMİK- METABOLİK-
ENDOKRİN MİYOPATİLER
Çok çeşitli sistemik, metabolik ve endokrin hastalıklar kası da
tutabilirler. Bunlar arasında en sık görülenler inflamatuvar veya
granülomatöz hastalıkların ortaya çıkardığı
miyopatiler (lupus eritematozus, sarkoidoz gibi), infeksiyon
hastalıkları, tiroid hastalıkları ile birlikte görülenler
(hipotiroidi, tirotoksik miyopati, tiroid oftalmopatisi, myasthenia gravis,
tirotoksik periyodik paralizi) ve glikokortikoidlerle ilgili (Cushing) olanlardır.
Ayrıca hiperparatiroidi, üremi, hipo- veya hiperkalemi ve osteomalazi de
miyopatiye neden olabilir. Bu durumlarda endokrin anormalliğin
düzeltilmesi çoğu kez miyopatinin düzelmesine neden olur.
Aşağıda örnek olarak, yoğun bakım koşullarında
ortaya çıkan miyopatilerin bir özeti verilmiştir:
YOĞUN BAKIM MİYOPATİLERİ (Critical illness myopathies)
Bazı durumlarda yoğun bakım koşullarında, intübasyon
uygulanmış hastaların, beklendiği sürede spontan solunuma
başlayamamaları sonucu dikkati çekmiş olan bir klinik tablodur.
Uzun süre yoğun bakım nöropatisi olarak değerlendirilmiş
ancak yakın yıllarda ayrı bir antite olarak kabul
edilmiştir.
Tanınmaya başladığından bu yana tahmin edilenden daha
sık olduğu düşünülen bu miyopatiler ancak, söylenen durumdaki
koşullarda bulunan ve spontan solunuma başlatılamayan hastalarda
kuşkulanılması durumunda tanınabilir. Yüksek doz
kortikosteroid kullanımı (%80 olguda), organ transplantasyonu,
sepsis, diyaliz, ağır hastalık durumu, kalıcı zaaf,
status asthmaticus için yapılan paralitik tedaviler, nondepolarizan kas
gevşeticiler gibi faktörlerin herhangi birisi veya birkaçı söz konusu
tabloya neden olabilir. Hastalar tümüyle kuadriplejiktir. Bazen klinik
tabloya ekstraoküler kasların zaafı da eklenir. Başlangıçta
CK değeri yüksek olsa da sonraları normale dönebilir.
Yoğun bakım miyopatilerinin en sık görüldüğü durum,
özellikle yüksek doz kortikosteroidlerle non-depolarizan kas gevşetici
ajanların birlikte kullanıldığı durumlardır.
Ancak her iki ajanın yalnız başına kullanıldığı
durumlarda da ortaya çıktığı gözlenmiştir. Bu
faktörler dışında ortaya çıkan miyopatide sepsis ve
sepsisin yarattığı multisistemik inflamatuvar yanıtın
rolü üzerinde durulmaktadır. Bugüne kadar yoğun bakım
koşullarında ortaya çıktığı bildirilen üç grup
miyopatiden söz edilmektedir:
1. En sık görülen tip, akut miyozin kaybı miyopatisidir.
Özellikle yüksek doz kortikosteroidlerin non-depolarizan kas
gevşeticilerle birlikte kullanıldığı durumlarda
görülmektedir. Akut, kuadripleji yapan bir miyopatidir. CK değeri
çoğunlukla normaldir. EMG normal, nöropatik veya miyopatik olabilir. Kas
patolojisinde Tip-2 atrofisi ve miyozin kaybı saptanır.
2. Non-nekrotizan miyopati
3. Yaygın nekrozlu miyopati
Her üç durum da altta yatan nedenin düzeltilmesi ile haftalar içinde
geriler. Bu hastalardaki ölüm miyopatiden çok, genellikle altta yatan neden
veya komplikasyonlarla ile ilişkilidir.
TOKSİK VE İLACA BAĞLI
MİYOPATİLER
Çok çeşitli toksinler ve ilaçlar miyopati yapmaktadırlar. Bu nedenle,
ilaç ve özellikle çoklu ilaç kullanımının daha yoğun
olduğu geç erişkinlik ve yaşlılık döneminde
gelişen miyopatilerde ilk akla gelmesi gereken olasılık, ilaca
bağlı miyopati olasılığıdır. Bu ajanlardan
bazıları sessiz CK yükselmesine neden olurken bazıları
nöromüsküler kavşak hastalığı, açık miyopati (özgün
olmayan miyopati, mitokondriyal miyopati, miyofibril kaybı miyopatisi,
vakuollü miyopati, inflamatuvar miyopati, rabdomiyoliz, gibi), veya kas
ağrısı, krampları, miyotoni ile kendini gösterir. Bu
nedenle, miyopatiye neden olduğu bilinen ilaçların
kullanımı sırasında mutlaka hastanın miyopati
açısından da aralıklı kontrolü, gerektiğinde miyopati
tanısı için gerekli incelemelerin yapılması, miyopati
saptandığında ise ajanın dozunun azaltılması veya
tümüyle kesilmesi gerekir. Aşağıda miyopati
yaptığı bilinen ilaçlar ve toksinlerden bazıları liste
olarak verilmiştir.
Tablo 7. Miyopatiye Neden Olan İlaçlar ve Toksinlerden Bazıları
Kortikosteroidler |
MİYOGLOBİNÜRİ-RABDOMİYOLİZ
Bazı faktörlerin etkisi ile kas liflerinde çok yaygın nekroz (rabdomiyoliz)
ve bu süreç sonunda açığa çıkan miyoglobinin idrarla
atılması (miyoglobinüri) ile belirlenen durumdur. Kaslarda
güçsüzlük, miyalji, bazen kaslarda şişlik, koyu idrar rengi (hafif
durumlarda idrar rengindeki değişiklik farkedilmeyebilir)
başlıca klinik bulgularıdır. CK ileri derecede yükselir. CK
yüksekliği bazen kas zaafından önce ortaya çıkabilir.
İdrarda yüksek oranda miyoglobin saptanır. Hasta idrar renginin koyu
olduğunu ifade eder (hematüri ile
karıştırılmamalıdır). Rabdomiyolize yol açan
nedenler çok çeşitlidir. Miyoglobinüri akut böbrek yetersizliğine yol
açabilir ve yaşamı tehdit edebilir. Ayrıca hiperkalemi,
hiperfosfatemi, hipo- veya hiperkalsemi, hiperürisemi geliştirebilir,
kardiyak aritmilere yol açabilir. Nörolojik, nefrolojik ve kardiyolojik acil
durumlardandır. Acil tedavide böbrek ve kalp fonksiyonlarının
izlenmesi ve gerektiğinde düzeltilmesi büyük önem taşır. Bu
dönemi atlatan hastalarda düzelme genellikle tamdır.
Ayırıcı tanıda hemoglobinüri nedenleri ve akut intermittan
porfiri önemlidir.
Miyoglobinüriye neden olan ana hastalığı
araştırmak amacıyla gereken kas biyopsisi, bu acil tablonun
gelişiminden en az 1 ay sonra yapılmalıdır. Biyopsi
eğer rabdomiyoliz sırasında yapılmışsa daha sonra
mutlaka yinelenmelidir. Aşağıda rabdomiyoliz-miyoglobinüriye en
sık neden olan durumların listesi verilmiştir:
Tablo 8. Rabdomiyoliz ve
Miyoglobinüriye Neden Olan Durumlar
Aşırı fiziksel aktivite (istemli, status epileptikus, delirium tremens vs) Viral
Bakteryel |
İlaçlar ve toksinler Lipid düşürücü ajanlar Laksatifler (aşırı
kullanım) Kolşisin Emetin Monensin e-Amino kaproik asit Valproik asit Lamotrigin Nöroleptikler Serotonin sendromu Eroin, Kokain, Amfetamin
Alkol Pentaboran Hidrokarbonlar (toluen gibi) |
İnflamatuvar kas hastalıkları Polimiyozit Dermatomiyozit DMD BMD Çok uzun zincirli yağ asitleri defektleri CPT2 Defekti Glikojen depo hastalıkları Miyoadenilat deaminaz defekti |
İNFLAMATUVAR MİYOPATİLER
İnflamatuvar miyopatiler kas dokusunun edinsel miyopatilerindendir.
Diğer birçok miyopatinin tersine subakut seyirlidirler. Kas ve çevre
dokularda inflamasyona yol açan nedenler çok çeşitlidir.
Aşağıdaki tabloda bu değişik nedenler görülebilir. Bu
bölümde yalnızca idyopatik inflamatuvar miyopatiler konusu derinlemesine
işlenecektir.
Tablo 9. İnfeksiyöz ve İnflamatuvar Miyopatiler
İDYOPATİK İNFLAMATUVAR MİYOPATİLER
Polimiyozit (PM), dermatomiyozit (DM) ve inklüzyon cisimciği miyoziti
(İCM) bu grup içinde yer almaktadır. Polimiyozit ve dermatomiyozitin
ortak özellikleri subakut (haftalar veya aylar içinde gelişen) proksimal
kas zaafı ve yüksek serum CK değeri ile seyretmeleridir.
Dermatomiyozitte ek olarak deri bulguları da vardır. Bu
benzerliğe rağmen iki miyopatinin patogenezleri birbirinden tümüyle
farklıdır.
POLİMİYOZİT
Her iki cinste ve her yaşta görülebilen, ancak kadın
baskınlığı olan polimiyozitin en sık görüldüğü
yaş grubu 45-60 arasıdır. Kadın
baskınlığı 15-44 yaş arası en belirgindir.
Çocukluk çağında çok ender görülür. Kas zaafı genellikle alt
ekstremitelerin kök kaslarından başlar. Hasta haftalar veya aylar
içinde ilerleyen merdiven çıkma, oturduğu yerden kalkma, giderek
yürüme güçlüğünden yakınır. Omuz kavşağı
kaslarının da zaafı eklenerek hasta kollarını
kaldırmakta zorlanmaya başlar. Tedavi edilmediğinde
hastalığın varacağı nokta hastanın yatağa
bağımlı hale gelmesi, kasların atrofiye
uğramasıdır. Boyun ekstansor kaslarının zaafı da
klinik tablonun önemli bir parçasıdır. Özofageal disfonksiyona
bağlı yutma güçlüğü olabilir (özofagus 1/3 üst bölümü
zaafı). Olguların %20-50sinde kas ağrıları da
mevcuttur. Tüm bulgular subakut yerleşebileceği gibi ender olarak
akut yerleşen, yaygın kas nekrozu ile seyreden bir klinik tablo da
sergileyebilir. Polimiyozitte malinite ile ilişki, dermatomiyozitte
olduğu kadar açık gösterilememiştir veya daha seyrektir.
Serum CK değeri normalin 10-20 katına çıkabilir. Polimiyozitte
zaaf olmaksızın CK yüksekliği görülmez, ancak belki
hastalığın çok başlangıcında ve başlayan
zaafın henüz günlük fonksiyonlara yansımadığı dönemde
söz konusu olabilir. Elektromiyografide miyopatik motor ünit potansiyellerinin
yanı sıra bol miktarda patolojik spontan aktivite görülür.
Tanının kesinleştirilmesi kas biyopsisi ile olur. Kas biyopsisindeki
tanı koydurucu tipik özellik, nekrotik olmayan kas liflerinin çevresindeki
lenfosit infiltrasyonudur. İnfiltrasyon perivasküler alanları da
tutar (Şekil 21). Ancak hastalık kasları odaklar halinde
tuttuğundan, bu özelliğin bulunmaması polimiyozit tanısını
dışlamaz, örnekleme hatası olarak değerlendirilebilir.
Kuşkulu olgularda bu nedenle biyopsiyi yinelemek gerekir.
Polimiyozitte nekrotik olmayan kas liflerinin çevresinde, endomizyumda bulunan
bu inflamasyonun özelliği başlıca CD8(+) T lenfositlerinden
oluşmasıdır. Çok daha geri planda CD4(+) T lenfositleri ve çok
az B lenfositleri de bunlara eşlik edebilir. Bu inflamasyon giderek kas
hücresini işgal eder ve lifin nekrozuna yol açar. Normalde kas
hücrelerinde ekspresyonu olmayan MHC-1, polimiyozitte hemen tüm kas liflerinde
eksprese olur. Tüm bu veriler birlikte değerlendirildiğinde,
polimiyozitteki inflamasyonun başlıca kas lifinin kendisini
hedeflediği ve sitotoksik T hücrelerine bağımlı bir
hücresel immün yanıt sonucu geliştiği
anlaşılmaktadır.
Şekil
21. Polimiyozit ve dermatomiyozitte
histopatolojik görünüm. Şekil 21a. Polimiyozitte endomizyal (a) ve
non-nekrotik lifler çevresinde inflamasyon (b) Şekil 21b. Dermatomiyozitte
perimizyal inflamasyon (a), perifasiküler atrofi (b)
Hastalığın tedavisinde immünsüpresyon yer alır. Bu
amaçla 1-1,5 mg/kg başlangıç dozunda prednizolon ilk seçimdir.
Ağır olgularda tedaviye 1000 mg/gün metilprednizolon ile
başlayıp sonra prednizolona geçmek daha yararlı olabilir. Yanıt
almak için 2, bazen 3 ay beklemek gerekebilir. Hastalığa yanıt
almadan ilaç dozunu azaltmamak gerekir. Düzelmeye klinik bulguların
gerilemesi, ayrıca başlangıçtaki CK düzeyinin düşmesi ile
karar verilir. Ancak sonraki izlemlerde CK değerini sürekli gözlemek ve
tedaviyi buna göre yönlendirmek yanlıştır. Genel olarak önemli
olan kas zaafının düzelmesidir. Klinik yanıtın
başlamasından sonra tedavi dozu giderek ama yavaş olarak
azaltılır ve bir idame dozuna inildiğinde bu düzey çok uzun süre
(bazen yıllarca) korunur. Tedavi tamamen kesilirse yeniden
başlangıç dozuna dönülmesi, ilki kadar iyi bir klinik düzelme
sağlamayabilir. Eğer klinik tabloda düzelme olmazsa veya
kortikosteroid dozunu indirmek gerekirse ek olarak azatioprin 2,5-3mg/kg/gün
veya metotreksat 20 mg/hafta başlanabilir. Bazı durumlarda bu
immünsüpresif ilaçlara, kortikosteroidlerle eşzamanlı olarak da
başlanabilir. Bu ilaçların eklenmesi, toksik etkilerin yakından
izlenmesini gerektirir. IVIg kullanımı da polimiyozitte yararlı
olabilir. Sirolimus, mikofenolat, FK506, yeni tedavilerdendir
Polimiyozitin bir alt grubu bugün için mitokondriyal patolojili polimiyozit
olarak bilinmektedir. Bu grupta hastalık 60 yaş civarında
başlar. Kuadriseps femoris kası en erken ve belirgin tutulan
kastır. Seyir yavaştır. Histopatolojik olarak endomizyal tipik
inflamasyonla birlikte sitokrom oksidaz negatif ve süksinik dehidrogenaz
artmış lifler görülür. Bu tablo metotreksata oldukça iyi yanıt
verir.
DERMATOMİYOZİT
Dermatomiyozit de her yaşta görülebilmesine rağmen iki
yaş grubunda en sıktır; çocukluk çağında da, 40
yaş sonrasında da daha çok kadınlarda görülür. Kas
zaafının dağılımı ve ilerlemesi polimiyozitteki
gibidir. Kas yıkımının olduğu dönemde serum CK
değeri de yine normalin 10-20 katına çıkar. En önemli klinik
özelliği deri bulgularının varlığıdır (Şekil
10 ve 22). Deri bulguları gözkapaklarındaki leylak rengi ödem
(heliotrop ödem), yüzde eritemli döküntü (raş), V-belirtisi, eklemlerin
ekstansor yüzlerinde (metakarpofalengeal ve proksimal interfalengeal eklemler, dirsekler,
dizler, malleoller, ense) makülopapüler döküntü (Gottron belirtisi) ve
tırnak diplerinde iskemik değişikliklerle birlikte tırnak
yatağı kapillerlerinde anevrizmatik genişlemeden oluşur.
Hastalarda bu belirtiler değişik birlikteliklerde bulunurlar. Bazen
deri bulguları, miyopatiden çok önce başlar. Genellikle yüzdeki
döküntü ilk belirtidir (Şekil 10). Klinik miyopatinin
eklenmediği bu tablo amiyopatik dermatomiyozit veya dermatomiyozit sine
miyozit adını alır. Ancak bu dönemde bile kas biyopsisinde
değişiklikler görülebilir.
Çocukluk çağı dermatomiyozitinin en önemli özelliği, vaskülitin
ön planda olması, kontraktürler ve kas içi (ektopik) kalsifikasyonlarla
seyretmesidir. Kalsifikasyonlara karşı etkili bir tedavi
bulunmamaktadır. Ancak kontraktürlerin oluşması, zaten bu
hastaların alması gereken fizyoterapi uygulamalarının
ayrıca kontraktürlere yönelik olarak uyarlanması ile önlenebilir.
Geç dönemdeki erişkin dermatomiyoziti malinite ile birlikte bulunabilir ve
bu ilişki, polimiyozitte olduğundan daha belirgindir (%30). Bu
nedenle geç başlangıçlı dermatomiyozitte malinite taraması
yapmak önem taşır. Yapılacak incelemeler makul
sınırlarda olmalı ve sıradan kan ve idrar incelemeleri,
akciğer görüntülemesi ile birlikte o yaş ve cins grubuna yönelik
tümörlerin aranmasını hedeflemelidir. Malinitenin
saptanmadığı durumlarda incelemeler yılda bir
tekrarlanmalıdır.
Elektromiyografik bulgular polimiyozitteki gibidir. Kesin tanı için
kas biyopsisi şarttır. Biyopsideki en karakteristik özellik, perimizyal
dokudaki inflamasyondur. Bu inflamasyon endomizyal bölgeye de yayılabilir
ve kas liflerinde dejenerasyondan nekroza kadar değişik yelpazede
değişikliklere yol açar (Şekil 21B). İnflamasyonu
oluşturan hücreler başlıca B lenfositleri, az miktarda CD4(+) T
lenfositleri ve çok geri planda CD8(+) T lenfositlerden oluşur.
İmmunhistokimyasal çalışmalar perimizyum ve endomizyumdaki
damarlarda C5b9 membran atak kompleksi (MAC) birikimi gösterir. Endomizyal
damarların sayısında ciddi oranda azalma gözlenir. Tüm bu
bulguların birlikteliği dermatomiyozitte, komplemana
bağımlı bu humoral immün yanıtın birincil hedefinin
kas ve derideki damar endoteli olduğunu, damarlarda non-nekrotizan bir
vaskülitin, buna ikincil olarak da kas nekrozunun geliştiğini
göstermektedir. Kronikleşmiş olgularda fasiküllerin kenar
kısımlarında (perifasiküler) gözlenen kas lifleri atrofisi çok
tipik ve tanı koydurucudur (Şekil 21B).
Şekil
22. Dermatomiyozitte deri belirtileri Şekil 22a. Dirsekte Gottron belirtisi Şekil 22b. Periungual
değişiklikler
Tedavi, polimiyozitteki prensipleri içerir. Ayrıca intravenöz
immünglobulin uygulaması da hastalığın tedavisinde
yerleşmeye başlamış bir yöntemdir.
POLİMİYOZİT VE DERMATOMİYOZİTTE DİĞER ORGAN
TUTULUMLARI
Gerek polimiyozit, gerekse dermatomiyozitte, söz edilenlerden başka organ
tutulumları da söz konusu olmaktadır. Örneğin çocukluk
çağı dermatomiyoziti, gastro-intestinal sistem tutulumu
gösterebilmekte ve yaşamı tehdit eden kanamalarla seyredebilmektedir.
Ayrıca gerek polimiyozit, gerekse dermatomiyozitte, kardiyomiyopati veya
interstisyel akciğer hastalığı gelişerek klinik
tabloyu başka bir boyuta taşıyabilmektedir. Kardiyomiyopati,
aritmilerle seyredebilir. İnterstisyel akciğer
hastalığı ise kuru bir öksürük ile kendini gösterebilir. Her iki
durumda da tedavinin oldukça saldırgan olması gerekmektedir.
İnterstisyel akciğer hastalığı siklofosfamid
tedavisine (Endoxan 100-150 mg/gün oral veya 1gm/ay IV şeklinde ve yakın
izlemle) oldukça iyi yanıt vermektedir.
MİYOZİTE ÖZGÜ ANTİKORLAR
Polimiyozit ve dermatomiyozitte hastaların serumlarında, bazı
hücre elemanlarına karşı antikorlar bulunmuş ve bu
antikorlarla klinik bulgular veya klinik seyir arasında ilişki kurulmaya
çalışılmıştır. Ancak,söz onusu antikorların
miyozitler için özgünlüklerinin yüksek olmasına rağmen
duyarlılıklarının düşük olması nedeniyle bu
ilişkiler net olarak kurulamamaktadır. Yine de, bugüne kadar elde
edilen verilere bakıldığında, aşağıdaki klinik
tabloların, karşılarındaki antikorlarla sık
ilişki içinde olduğu görülmektedir.
Tablo 10. Miyozite Spesifik Olduğu Bilinen Bazı
Antikorlarla Birlikte Sık Görülen Klinik Tablolar
ANTİKOR |
KLİNİK |
İlişkili
olduğu |
||
anti-SENTETAZLAR (anti-Jo1 ve diğerleri) |
Polimiyozit
(PM) ve Dermatomiyozit (DM) |
Akut başlangıç |
||
anti-SRP |
PM |
Çok akut başlangıç (genellikle sonbaharda), |
||
anti-Mi-2 |
DM |
V belirtisi ve şal belirtisi |
||
|
|
|
|
|
SPORADİK İNKLÜZYON CİSİMCİKLİ MİYOZİT (s-İCM)
Geleneksel olarak idyopatik inflamatuvar miyopatiler arasında sayılan
inklüzyon cisimciği miyoziti, klinik olarak bu iki hastalıktan
bazı farklar gösterir: Öncelikle hastalığın
başlangıç yaşı ileri (50-60) olup erkeklerde daha sık
görülür. Kas zaafının dağılımında distal
kasların tutulumu erken ve belirgindir. En sık tutulan kaslar
kuadriseps femoris ve el parmak fleksorleridir. Böylece hastalık sık
düşmeler veya ellerin ince hareketlerinde bozulma ile kendini gösterir.
Bazen tutulum asimetriktir. Zaafa paralel gelişen atrofi önkol
kaslarında belirgin olabilir. Yutma güçlüğü %30 hastada görülür. Bu
klinik bulgular hastalığın sıklıkla amiyotrofik
lateral skleroz (ALS) ile karıştırılmasına neden olur.
Hastalık seyri, ancak 10 yılda tekerlekli iskemleye
bağımlılık geliştirecek kadar yavaştır.
Zaafa paralel gelişen atrofi önkol kaslarında belirgin olabilir.
Yutma güçlüğü önemli bir sorun yaratabilir.
Şekil 23. Sporadik inklüzyon cisimcikli miyozitli (s-İCM) bir
hastada önkoldaki uzun parmak fleksor kaslarının zaaf ve atrofisi
(hasta el parmaklarını kapatamamaktadır)
Serum CK değeri en çok normalin 10 katına kadar yükselir.
Elektromiyografi miyopatik, bazen buna eşlik eden çok belirgin nöropatik
özellikler gösterebilir. Kas biyopsisi, polimiyozittekine benzer özelliklerin
yanında dağınık atrofik lifler ve kırmızı kenarlı,
b-amiloid (+) vakuoller gösterir. Bu vakuollerin gösterilemediği
durumlarda tanı koymak mümkün olmaz, bazen birkaç kez kas biyopsisi yapmak
gerekebilir. Elektron mikroskopik olarak kas lifleri içinde ve çekirdekte çift
sarmallı, elektron-mikroskopik olarak tübülofilamentöz 16nm çaplı
inklüzyonların birincil belirleyici olduğu bir inflamatuvar
miyopatidir.
Patolojik görüntüleri ve soygeçmiş özelliklerini dikkate alarak
İCMni üç alt gruba ayırmak mümkündür: a) Sporadik İCM, b)
Familyal inflamatuvar İCM (ailede aynı hastalık var), c) Herediter
inklüzyon cismi miyopatileri (inflamasyon yok).
Hastalık hiçbir immünsüpresif tedaviye yanıt vermez. IVIg ve
kortikosteroid uygulamalarına yanıt veren olgular anektodal olarak
bildirilmiştir.
NÖROMÜSKÜLER KAVŞAK HASTALIKLARI
Nöromüsküler kavşak hastalıklarının çoğu
edinseldir. Bunların arasında en sık rastlananı otoimmün
kökenli bir hastalık olan ve postsinaptik bir patoloji sonucu ortaya
çıkan myasthenia gravisdir. Yine otoimmün kökenli bir
hastalık olan Lambert Eaton miyastenik sendromu presinaptik bir
patolojiye bağlıdır. Presinaptik bölgenin diğer bir
hastalığı ise otoimmün olmayan botulizmdir. Nöromüsküler
kavşağın herediter hastalıkları olan konjenital
miyastenik sendromlar nadir olarak görülür. Bunların çoğu
postsinaptik patolojilere bağlıdır, ancak sinaptik ve
presinaptik olanlar da vardır.
MYASTHENIA GRAVIS
Myasthenia gravis (MG), hareketle artan kas güçsüzlüğü
(bitkinliği) ile karakterize, öncelikle okülobulber kasları tutan,
çoğunlukla postsinaptik yerleşimli nikotinik asetilkolin reseptörlerinin
(AChR) hedef alındığı otoimmün kökenli bir
hastalıktır. Doğal seyrinde solunum krizi nedeniyle mortalitesi
çok yüksek olan bu hastalık, uygun tedavi ile hastalar tamamen normal bir
yaşam sürebileceklerinden, nöromüsküler hastalıklar arasında,
hatta tüm nöroloji pratiğinde özel bir öneme sahiptir.
EPİDEMİYOLOJİ
Birçok Avrupa ülkesi ve A.B.D.de yapılan epidemiyolojik
çalışmalarda elde edilen farklı değerler MGin
insidansının 4-15/milyon/yıl, prevalansının ise
45-150/milyon arasında değiştiğini göstermektedir. MG daha
çok genç insan hastalığı gibi bilinirken yeni epidemiyolojik
çalışmalar MG insidansının 50 yaş üzerinde de
yükselmiş olduğunu ortaya çıkarmıştır. En sık
ortaya çıkış yaşı kadınlarda 20-30 arası ve
50nin üstü olmak üzere bimodal, erkeklerde ise 50nin üstündedir. Başka
bir deyişle gençlerde kadınlarda erkeklere göre daha sık,
yaşlılarda ise kadın ve erkekte aynı oranda görülür. MGin
1 yaşın altında görülmesi beklenmez, 1-10 yaşları
arasında da nadirdir.
KLİNİK
Belirtiler
Hastalığın en önemli özelliği yorulmakla artan ve
dinlenmekle en azından kısmen düzelen kas güçsüzlüğüdür.
Hastalar sabahları düzeldiklerini, belirtilerin akşama doğru ya
da yorulunca arttığını ifade ederler (Şekil 24).
Hastalık remisyon ve alevlenmelerle seyreder. Remisyonlar birkaç günden
birkaç yıla kadar sürebilir.
Hastalık çoğu zaman oküler belirtilerle, en sık da ptozla
başlar. Buna çift görme eşlik eder ya da birkaç gün veya hafta içinde
eklenir. Hastaların çoğunda oküler bulgulara kısa zamanda bulber
(orofarengeal) kaslara ve ektremite kaslarına ait belirtiler eklenir.
Bulber belirtiler konuşma, yutma ve çiğneme güçlüğü,
hastalığın en ağır halinde de solunum zorluğudur.
Ekstremite kaslarındaki belirtiler yokuş-merdiven çıkarken
zorlanma, kollarını yukarı kaldırma zorluğu ya da bir
iki el parmağını bir süre kaldıramama şeklinde kendini
gösterir. Hastalık oküler kaslarda başlayabildiği gibi bulber
kaslarda da başlayabilir. Ekstremite kaslarına ait belirtilerle
başlaması daha nadirdir ve daha çok gençlerde görülür. Yine aynı
şekilde diğer kaslara ait belirtiler başlangıç
belirtilerine kısa zamanda eklenir.
Şekil 24. Myasthenia
gravisli hastada sağdaki ptozun dinlendikten sonra düzelmesi
Bulgular
Ptoz unilateral veya bilateral olabilir, bilateral olduğu zaman
asimetrik olması dikkati çeker. Ekstraoküler kas tutulumu genellikle
bilateraldir ve belli bir paterne uymaz, yani güçsüz kasların
dağılımının belli bir sinir innervasyonunu
düşündürmesi, ya da beyinsapı hastalıklarında görülen
internükleer oftalmopleji veya konjuge bakış kusuru tarzında
olması olağan değildir. Ancak nadiren bu tarzda tutulmalar da
görüldüğünden her türlü göz hareket bozukluğunda MGi akla getirmek
gerekir. İç rektuslar sık etkilenen kaslardandır (Şekil
25). MGde pupillalar tutulmaz.
Şekil 25. Miyastenik
bir hastada ptoz ve antikolinesteraz
sonrası düzelme.
Orbikularis okuli kasının güçsüzlüğü MGde en sabit bulgulardan
biridir. Remisyonda olan hastalarda dahi tek muayene bulgusu bu olabilir. Bu
kasta güçsüzlük olmayan jeneralize miyastenik hasta çok nadir
görüldüğünden bu kasın kuvvetli olması MG tanısından
şüphe doğurabilir. Genellikle bilateral olan yüz kaslarının
güçsüzlüğü hastalarda ağzın horizontal yerine vertikal yönde
kayması şeklinde tipik bir gülüşe neden olur (Şekil 26).
Bulber tutulumu olanlarda dil, yumuşak damak, masseter ve boyun
kaslarında güçsüzlük görülür. Nazone konuşma dikkat çekicidir.
Şekil 26. Resmin solunda izlenen miyastenik
(vertikal) gülüşün antikolinesteraz sonrasında resmin sağ
tarafında düzeldiği izlenmekte
Ekstremite kaslarındaki güçsüzlük kollarda proksimal ve distal,
bacaklarda ise daha çok proksimal kasların tutulması
şeklindedir. En çok güçsüzlük bulunan kaslar triseps, el parmak
ekstansörleri ve iliopsoastır. Deltoid ve hamstringler de sık tutulan
kaslardandır. Tibialis anterior kaslarının genellikle
etkilenmediği, ancak iliopsoasların çok zayıflamış
olduğu durumlarda bu kaslarda da güçsüzlük saptanabilmesi dikkat
çekicidir. Tibialis anteriorların ön planda etkilendiği olgular
mevcuttur, ama son derece nadirdir.
Kaslardaki güçsüzlüğü ortaya çıkarmak için hastalara yukarda
anlatılan bitkinliği ortaya çıkarıcı testler (bir süre
yukarıya bakmak ya da kolları havada tutmak gibi) yaptırmak
gerekebilir. Muayene bulguları motor alana sınırlıdır.
Kemik veter refleksleri normaldir, hatta canlı bulunabilir. Duyu muayenesi
normaldir.
Seyir
Hastalığın seyri genellikle ilerleyicidir.
Hastalığın başlangıcında kısa süreli,
nadiren uzun süreli remisyonlar olabilir, ancak hastalık çoğunlukla
yeniden kendini gösterir. İlk yıllar miyasteninin en ağır
seyrettiği dönemdir. Ağır olgularda yemekleri yutmak olanaksız
hale gelir, içilen sular burundan gelir, ağzı kapamak için hastalar
çeneyi elleriyle desteklerler (Şekil 27), beslenme ancak
nazogastrik sonda yoluyla olur. Hastaların %15-25inde, genellikle ilk 3
yıl içinde, ağır solunum yetmezliğiyle giden kriz görülür.
Yıllar içinde miyastenik yakınmalar sönerek azalır ama
hastalık dalgalanmalarla sürer. İnfeksiyonlar ve ağır stres
hastalığın gidişini genellikle olumsuz yönde etkiler.
Şekil 27. Çenesini
kapalı tutamayan ve nazogastrik sonda ile beslenen miyastenik bir hasta
Bir çalışmaya göre, MGden dolayı mortalite 1940-1957
arasında %30 kadarken 1958-1966 arasında bu oran %15e, 1967-1985
arasında ise %7ye düşmüştür. Bu çarpıcı
düşüşün solunum desteği şartlarının
düzelmeğe başladığı 1960ların başına
rastladığı (basınç ve hacim kontrollü asiste ventilasyon
kullanılması, bronşiyal bakım ve pnömoninin iyi tedavisi)
dikkati çekmektedir, 1966dan sonraki düşüş ise o sıralarda
kullanılmaya başlanan yüksek doz steroidin olumlu etkisine
bağlanabilir.
Gebelik ve loğusa dönemleri hastalığın gidişini
değiştiren faktörlerdir, ancak bu değişimin hangi yönde
olacağını önceden kestirebilmek mümkün değildir.
Menstruasyon dönemlerinde de miyastenik yakınmalar artabilir.
MG ALTTİPLERİ
MGi farklı alttipleri olan bir hastalık olarak düşünmek,
patogenez, tanı ve tedaviye yaklaşım açısından
yararlıdır (Tablo 11). En klasik şekliyle MG, jeneralize,
erken başlangıçlı, anti-AChR pozitif ve timomasızdır.
Tablo 11. Myasthenia Gravisin Alttipleri
Tutulan kaslara göre
Jeneralize
Oküler
Başlangıç yaşına göre
Erken (40 veya 50
yaş öncesi)
Geç (40 veya 50
yaş sonrası)
Antikora göre
Anti-AChR pozitif
Anti-MuSK pozitif
Seronegatif
Timoma varlığına göre
Timomasız
Timomalı
Oküler/jeneralize MG
Olguların küçük bir bölümünde (yaklaşık %10) hastalık
oküler kaslara sınırlı kalır. İki yıl sadece
oküler belirtilerle seyreden MGin artık oküler dışı
kaslarda belirti verme olasılığı azdır ve oküler
MGden sözedilir. Oküler MG, jeneralize MGe göre hafif sayılabilir, ancak
ptoz ve çift görme günlük hayatı çok etkiler. Prepubertal hastalarda
oküler MG sıktır. Oküler MGin sık görüldüğü diğer bir
grup ise yaşlı erkeklerdir.
Oküler belirtiler olsun veya olmasın, bulber ve ekstremite
kaslarında güçsüzlük olduğunda jeneralize MGden sözedilir.
Jeneralize MGler arasında son derece nadir olan bir tip ise sadece
ekstremite kaslarının tutulduğu kavşak tipi MGdir.
Erken başlangıçlı/geç başlangıçlı MG
Hastalık 40 veya 50 yaşından önce başlarsa erken, daha
sonra başlarsa geç başlangıçlı MGden sözedilir. Erken
başlangıçlı MG, farklı grupları içine alır:
Hastalık 16-20 yaşlarından önce (yaygın olarak kabul
görmüş bir yaş sınırı yoktur) başlarsa juvenil
MGdenir. Juvenil MG içinde puberteden önce başlayan prepubertal MG
ayırdedilebilir. Juvenil MG artık sık kullanılan bir terim
değildir.
Anti-AChR pozitif/anti-MuSK pozitif/seronegatif MG
Jeneralize MGli hastaların %85 kadarının serumunda
anti-AChR antikorları bulunur. Bu antikor bulunmayan hastaların (%15)
yarısı kadarında anti-MuSK (anti-muscle specific kinase)
antikorları bulunur. Anti-MuSK pozitifliği oranı kuzey Avrupa ve
Uzakdoğuda daha düşüktür. Hastaların geri kalan küçük kısmında
henüz bir antikor saptanmamıştır, bu gruba "seronegatif MG
denir. Oküler MGde jeneralizeye göre seronegatiflik oranı yüksektir. Eski
literatür okunurken seronegatif terimi bir kavram kargaşası yaratabilir.
Eskiden seronegatif terimi, henüz bilinmediği için anti-MuSK pozitifleri
de kapsadığı halde artık sadece hiçbir antikor
bulunmayanları ifade etmektedir.
Anti-MuSK pozitif MG, daha çok kadınlarda görülür, çocuklarda
enderdir. Bulber belirtiler ön planda olmak üzere jeneralize seyreder.
Bazı hastalarda mİyasteni oküler kaslarda güçsüzlükle
başlayabilir, ancak oküler kaslara uzun süre sınırlı
kalması (oküler MG) çok nadirdir. Genellikle miyastenik kriz
oranının yüksek olduğu ağır okülobulber belirtilerle
seyreder. Dilde atrofi gelişebilir. Kol ve bacaklarda güçsüzlük hiç
olmayabilir ya da geri plandadır.
Hiçbir antikor saptanmamış olan seronegatif MG, hafif
belirtilerle seyreden hastaları olduğu gibi kriz gelişen
ağır hastaları da içerebilir.
Timomalı/timomasız MG
MGli hastaların %10-15inde timoma bulunur. Timomalı hastalarda,
bildirilmiş tek tük olgular dışında hemen daima anti-AChR
antikoru pozitiftir. Yani anti-AChR antikoru negatif bir hastada timoma
tanısı koyarken çok dikkatli davranmalı, yanılgı
olabileceği göz önünde bulundurmalıdır. Gençlerde ve oküler
MGde timoma nadirdir.
ETYOPATOGENEZ
MG, antikorlar aracılığıyla oluşan otoimmün bir
hastalıktır. Bu antikorlar arasında MGde en sık görülen ve
en iyi bilinen anti-AChR antikorunu ele alırsak, antikor aracılı
hastalıkları tanımlamada kullanılan tüm kriterlerin burada
mevcut olduğunu görürüz: Hastaların birçoğunda antikor bulunur
ve antikorun AChR ile birleştiği gösterilebilir. Hastalık pasif
transfer ile hayvanlara geçirilebilir, antijen ile immünizasyon sonucu
hayvanlarda hastalık oluşur ve serumda antikorların
azaltılması (plazmaferez) hastalığın belirtilerini
azaltır.
Anti-AChR antikorları çizgili kaslarda postsinaptik olarak
yerleşmiş olan nikotinik AChRine karşı oluşur.
Anti-AChR antikorları birkaç yoldan reseptör sayısının
azalmasına neden olur. Bunlardan en önemli iki yol kompleman
aracılığıyla postsinaptik membran harabiyeti ve
antikorların birleştirdiği (cross-linking) reseptörlerin daha
hızlı harabolmasıdır. ACh birleşme yerlerinin
fonksiyonel olarak blokajı söz konusu ise de bu daha az önemlidir.
Anti-AChR antikorları B lenfositleri tarafından
yapılır, ancak otoimmün cevabın oluşmasında
yardımcı T lenfositlerinin de katkısı gerekmektedir (T
hücresine bağımlı humoral immün cevap). Otoimmün
yanıtın nasıl başladığı bilinmemektedir.
MGli hastaların yaklaşık % 10-15inde timoma, % 70
kadarında timus hiperplazisi bulunması ve hastaların önemli bir
kısmının timektomiden yararlanması dikkatleri timus üzerine
çekmiştir. İmmunolojik olarak kendi antijenlerine cevap veren zararlı
T hücrelerinin elimine edildiği yerin timus olması, burada
yüzeylerinde AChR taşıyan myoid hücrelerin bulunması, timik
lenfositlerin anti-AChR antikoru sentez edebilmeleri, timomalarda AChR veya
bazı subünitelerine benzeyen bir protein ekspresyonu olması gibi
özellikler timusun önemli bir rolü olabileceğini düşündürmektedir.
Ancak timusun olayın başlangıcından mı sorumlu
olduğu yoksa immünolojik sürecin daha sonraki aşamalarında
mı devreye girdiği sorusu halen cevaplanamamıştır.
Son yıllarda MGde anti-AChR antikoru dışında
başka bir antikor, kasa spesifik tirozin kinaz reseptörüne
karşı anti-MuSK antikorları saptanmıştır.
Erişkin kavşakta da varolan bu reseptörler, sinaps oluşumu
sırasında AChR kümelenmesini sağlar, ancak anti-MuSK MGin patogenezi
henüz aydınlatılabilmiş değildir. Bu antikoru
taşıyan hastalarda timoma olmadığı (bildirilen bir
olgu dışında) ve timus hiperplazisinin ender olduğu dikkati
çekmiştir.
Herhangi bir antikorun gösterilemediği seronegatif hastalarda, pasif
transfer ile hastalığın geçirilebilmesi ve plazmafereze
yanıt olması otoantikorların varlığına
kanıttır. Seronegatif hastalarda da, anti-AChR antikor pozitiflere
göre daha az oranda olmakla birlikte, timusta hiperplazi bulunur. Timoma ise
tektük bildiri niteliğinde olup son derece nadirdir.
MGde genetik bir yatkınlığın
varlığını düşündüren gözlemler vardır. MGli bir
kişinin aile bireylerinde MG gelişme olasılığı
diğer kişilere göre biraz daha yüksek bulunmuştur. Bizim
hastalarımız arasında anti-AChR pozitif MG olan çok az
sayıda kızkardeşler ve baba-kız bulunmaktadır. HLA ile
ilişki genetik bir predispozisyonun sözkonusu olduğunu
desteklemektedir. Timomasız erken başlangıçlı MGde,
özellikle kadınlarda, A1, B8, DR3 ile ilişki
saptanmıştır. Timomasız geç başlangıçlı
MGde ise daha zayıf bir ilişki B7 ve DR2 ile bulunmuştur.
Anti-MuSK MG ile HLA-DR14-DQ5 ile kuvvetli bir ilişki
saptanmıştır.
TANI
Antikolinesterazlara yanıt
Okülobulber belirtilerle başlayan ve gün içinde fluktuasyon gösteren bir
klinik tablo kuvvetle MGi düşündürür. Öyküde spontan remisyonların
varlığı bu tanıyı destekler. Antikolinesterazlar (AKE)
ile kas gücünde objektif ve net düzelme ile tanı konur.
Tanıda kısa etkili edrofonyum klorid (Tensilon) veya daha uzun
etkili neostigmin bromid (Prostigmin) kullanılır. Edrofonyumun
etkisi birkaç saniyede başlar ve birkaç dakikada sona erer. 10 mglık
ampulleri olan edrofonyum kloridin önce 2 mgını intravenöz olarak
verip 1 dakika cevabı beklemek, cevap alınmazsa gerisini vermek
gerekir. Kas dışı müskarinik etkileri gerektiğinde
antagonize etmek için atropin hazır bulundurulur. Neostigminin etkisi ise
15-20 dakika kadar sonra başlar ve 2 saat sürer. İki ampul (1 mg)
neostigmin bromid, 0.4 mg atropin ile birlikte intramüsküler olarak
yapılır. Bu testler motor nöron hastalığı ve
poliyomiyelit gibi bazı hastalıklarda hafif pozitif olabilir ama
genellikle cevap MGde olduğu gibi net ve tekrarlanabilir değildir.
Özellikle yaşlı hastalarda parenteral AKE yerine 2 draje (120 mg)
piridostigmin bromid (Mestinon) vererek daha geç çıkacak olan cevabı
beklemek daha tedbirli bir tutum olabilir. Soğuğun kavşakta
iletiyi düzeltmesine dayanarak ptotik gözkapağına uygulanan buzun
etkisiyle gözkapağının açılması da tanıda
yardımcı olabilir.
Antikorlar
MG şüphesi olan bir hastada anti-AChR veya anti-MuSK
antikorlarının bulunması tanı koydurucudur. Anti-AChR
antikorları, jeneralize MGlilerin % 85 kadarının serumunda
saptanabilir. Oküler MGde pozitiflik oranı sadece % 50dir. Bazı hastalarda
bir kez negatif olduğu halde daha sonra pozitif bulunabilir. Timomalarda
hemen daima pozitif bulunduğu yukarıda belirtilmiştir.
Anti-MuSK antikorları, MGli hastaların %7-8 kadarında
pozitif bulunur. Anti-AChR antikoru negatif olan jeneralize MGli hastalarda
anti-MuSK antikorlarına bakmak gerekir. Uzun süre oküler kalmış
anti-AChR antikor negatif hastalarda (oküler MG) ise anti-MuSK
antikorlarını pozitif bulma olasılığı çok
düşüktür.
Timomalı hastaların büyük bir bölümünde pozitif olan titin ve
riyanodin reseptör antikoru timomasız yaşlı hastaların bir
kısmında da pozitif olabilir. Ayrıca miyasteniklerde
çeşitli dokulara karşı antikorlar (tiroid, gastrik parietal
hücreler gibi) bulunabilir.
Ardışık sinir uyarım testleri ve tek lif elektromiyografisi
Sinire supramaksimal olarak uygulanan düşük frekanslı (2 Hz veya
3 Hz) ardışık uyarım ile birbirini izleyen bileşik kas
aksiyon potansiyellerinin amplitüdünde tipik bir düşme (miyastenik
dekrement) kaydedilir. Klasik olarak 9-10 kez üstüste yapılan stimülasyon
sırasında dördüncü potansiyel amplitüdünde ilk potansiyel amplitüdüne
göre % 10dan fazla olduğunda anlamlı olarak kabul edilen bu
düşüşün MGde belli birkaç patterni vardır (Ayrıca bakınız:
Elektromiyografi).
Amplitüd düşmesinin, ikinci potansiyelde, ender olarak da üçüncü
potansiyelde ortaya çıkması gerekir. İkinci potansiyelde
düştükten sonra amplitüd ya aynı kalır ya da dördüncü veya
beşinci potansiyele kadar düşmeye devam eder. Artık beşinci
potansiyelden sonra düşme beklenmez, hatta giderek amplitüd artabilir.
Beşinci potansiyelden sonra da devam eden sürekli düşüş MGde
görülen bir pattern değildir.
Bu testi distal kaslarda yapmak daha kolaydır, ancak
proksimal kaslar ve yüz kaslarında miyastenik dekrementi ortaya
çıkarma olasılığı daha fazladır. En verimli
seçim, güçsüzlüğün olduğu alanda bir kasın (örneğin,
ekstremite güçsüzlüğü olanda m. abductor digiti minimi veya trapezius,
bulber güçsüzlüğü olanda m. nasalis gibi) kullanılmasıdır.
Ayrıntılı bir inceleme ile remisyonda olmayan ve çok hafif
olmayan jeneralize MGlilerin % 95 kadarında dekrement bulunabilir.
Ardışık sinir uyarım testlerinde en büyük tehlike, artefakt
olarak ortaya çıkan dekrementi gerçek dekrement sanmak ve yanlış
olarak MG tanısı koymaktır. Bu tanı bir kez
konulduğunda sonra değiştirmek zor olabilir. Bu bakımdan
incelenecek kası çok iyi stabilize etmek, dekrementi bir değil birkaç
kez elde ederek emin olmak ve dekrement paternine dikkat etmek çok önemlidir.
Tek lif EMG ile jitter ölçümü ve blok aranması MG
tanısında kullanılan bütün testlerin en duyarlı
olanıdır. Hemen bütün miyasteniklerde artmış jitter
bulunur, hele güçsüz bir kasta jitterin normal bulunması MG tanısını
neredeyse dışlar. Tek lif EMG, ardışık sinir uyarımı
ile dekrement bulma olasılığının oldukça düşük
olduğu oküler MG ve çok az bulguları olan hafif jeneralize olgularda
özellikle çok yararlıdır. Tek lif EMGnin duyarlılığı
çok yüksek iken özgünlüğü ardışık sinir uyarımına
göre daha düşüktür.
Tanıda en büyük sorun hiçbir antikor saptanmayan seronegatif oküler
MGli hastalardadır. Bu hastalarda bazen ptoz ve göz hareket
bozukluğu AKEa cevap vermez, EMG de yeterince kanıtlayıcı
olmayabilir. Öykü MGi kuvvetle düşündürüyorsa bu tanıdan kesinlikle
vazgeçmemek gerekir. Başka olası tanılar elendikten sonra hala
MG düşünülüyorsa kortikosteroid verilerek alınan cevap ile MG
tanısını desteklemek mümkündür.
Timusun radyolojik incelemesi
Timusun radyolojik incelemesi MG tanısı konduktan sonra timoma
olup olmadığını araştırmak üzere
yapılır. Mediastenin bilgisayarlı tomografisi ile hemen tüm
timomalar saptanır (Şekil 28). Kontrast maddeyi, MGli
hastayı kötüleştirme olasılığını göz önüne
alarak, özellikle bulber tutulumu olan hastalarda vermekten kaçınmak
gerekir. Genellikle manyetik rezonans görüntülemesi yapılmasına gerek
kalmaz.
Şekil 28. Mediasten
bilgisayarlı tomografisi: Normal timus loju ve timoma.
Tablo 12. MGde Tanı ve İncelemeler
Tanı |
Öykü (okülobulber güçsüzlük, fluktuasyon, remisyon) Antikolinesterazlara (parenteral veya oral) net olumlu cevap
|
İncelemeler (tanıyı kesinleştiren veya destekleyen)
|
Anti-AChR antikor tayini Anti-AChR antikoru negatifse, özellikle jeneralize olgularda anti-MuSK antikor tayini Ardışık sinir uyarımı ve/veya tek lif EMG
|
AYIRICI TANI
Okülobulber yakınma ve bulguların birlikte olduğu durumlarda
MG ile en çok karışabilecek olan beyinsapını tutan
hastalıklardır (tümörler, vasküler ve demiyelinizan
hastalıklar). Beyinsapı hastalıkları fluktuasyon
olmaması, birinci motor nöron ve duyusal bulguların diğerlerine
eşlik etmesi ile MGden ayırt edilir.
Sadece ptoz olduğunda Horner sendromu ve blefarospazm akla gelir (Tablo
13). Horner sendromunda ptoz unilateral ve hafiftir, genellikle miyoz
vardır. Blefarospazmda gözkapaklarında kasılma hissi olması
tipiktir, bu kasılmayla birlikte gözler kısılır ve bazen
bilateral olabilen ptotik bir görünüm verebilir (Şekil 29).
Şekil 29. Blefarospazm (ptoz ile karışabilir.)
Ptoza göz hareket bozukluğu eklendiğinde en çok nöromüsküler
hastalıklar ile ayırıcı tanı gündeme gelir ve göz
hareket bozukluğunun ön planda ya da geri planda olmasına göre farklı
hastalıklar düşünülür. Göz hareket bozukluğunun geri planda
olduğu miyopatilerden miyotonik distrofi, otozomal dominant geçiş,
tipik klinik özellikleri ve EMG bulgularıyla kolayca ayırt edilir.
Geç yaşlarda ortaya çıkan okülofarengeal müsküler distrofide
genellikle sadece bilateral ptoz vardır, yutma güçlüğü
başlangıçta görülmez, göz hareket bozukluğu ise geç dönemde
ortaya çıkabilir. Otozomal dominant olması, MGin klinik ve
laboratuvar özelliklerinin bulunmaması ve kas biyopsisi ile tanı
konur. Konjenital miyopatiler genellikle bebeklikte başlar, biyopsi
tanı koydurucudur. Tüm bu miyopatilerde ptoz genellikle bilateral ve
oldukça simetriktir. Miyastenide ptoz simetrik hale gelebilir ama öyküdeki
asimetrik başlangıç dikkat çekicidir. Nöromüsküler hastalıklar
dışında unutulmaması gereken bir ayırıcı
tanı da Graves oftalmoparezisi ile yapılmalıdır.
Bilateral ptoza ek olarak gözler orta hattan çok az oynayacak derecede
ağır ve bilateral göz hareket bozukluğu olan hastada
ayırıcı tanıya konjenital miyastenik sendromlar (KMS) ve
mitokondriyal hastalıklar (progresif eksternal oftalmopleji) girer.
Bunlarda da ptoz bilateraldir. Bu hastalıklarda MGin aksine çift görme
yoktur veya KMSlarda olduğu gibi çok azdır. KMSlar genellikle bebeklik
döneminde başlar, MG ise ilk yıldan sonra başlar. Öykü ve
mümkünse genetik incelemelerle tanı konulabilir. Mitokondriyal
miyopatilerde kas biyopsisi ile kesin tanı konur. Nöropatiler de
ayırıcı tanıda düşünülmelidir. Akut dönemde Miller
Fisher sendromu ve oküler bulguların nadir olarak ön planda olduğu
Guillain-Barré sendromu akla gelmelidir. Kemik veter reflekslerinin
kaybolması ve EMG bulguları bu hastalıkların
tanısında yardımcı olur.
Oküler kaslara sınırlı olan MG, güçsüzlüğün belli bir
patterne uymayışı ile izole kranyal sinir felçlerinden
ayırdedilir. İzole üçüncü sinir parezisine görünürde
tıpatıp uyan bir hastamızda (bir gözde ptoz ve
içe-yukarı-aşağı bakış parezisi), pupillanın
normal olması ve diğer gözde hafif bir ptoz olması ile MGden
şüphelenildi ve oküler MG tanısı konuldu (Şekil 25a).
Pupillanın tutulmadığı diyabetik 3. sinir parezisi
unilateral ve ağrılıdır.
Sadece bulber yakınma ve bulgular olduğunda düşünülmesi
gereken bir hastalık motor nöron hastalığının bulber formudur.
Motor nöron hastalığındaki anartriye kadar varabilen ve
fluktuasyon göstermeyen, birinci ve ikinci motor nöronun birlikte tutulumu
sonucu ortaya çıkan tipik konuşma şekli MGin nazone
konuşmasından çok farklıdır.
Sadece ekstremite güçsüzlüğü ile giden MG son derece nadirdir. Bu
hastalarda klinik belirtiler müsküler distrofileri taklit edebilir. Kas
hastalığı düşünülen her olguda fluktuasyon ve remisyona ait
ipuçları yakalamaya çalışılmalı ve tedavi edilebilen
bu hastalık gözden kaçırılmamalıdır.
Her akut yerleşen miyastenik tabloda botulizm akla gelmelidir.
Bacaklarda güçsüzlüğün ön planda olduğu hastalarda Lambert Eaton
miyastenik sendromu düşünülmelidir.
MG ile en sık karışan hastalık depresyondur. MGli
hastaların öyküsünden, birçoğunun yıllarca depresyon
tanısıyla izlendiği anlaşılır. MGli
hastaların basit bir yorgunluktan yakınmadıkları, bunun
gerçek bir güçsüzlük olduğu, sabah-akşam farkı gibi çok net
özellikleri olduğu unutulmamalıdır.
Tablo 13. Ptoz ve/veya Oftalmoparezi belirtileri olan Myastheniada
Ayırıcı Tanı
Oftalmoparezisiz ptozun olduğu hastalıklar/sendromlar
Horner sendromu*
Blefarospazm
Konjenital ptoz
Ptozun ön planda,
oftalmoparezinin geri planda olduğu hastalıklar/sendromlar
Nöromüsküler tablolar
Miyotonik distrofi
Okülofarengeal
distrofi
Okülofarengodistal
miyopati
Konjenital miyopati
Lambert-Eaton miyastenik sendromu
Diğer:
Graves oftalmopatisi
Ptozla birlikte belirgin
oftalmoparezinin olduğu hastalıklar/sendromlar
Nöromüsküler tablolar
Konjenital
miyastenik sendrom
Botulizm*
Mitokondriyal
miyopati
Miller-Fisher
sendromu*
Guillain-Barré sendromu*
Diğer
Diabetes mellitus
3. sinir parezisi*
İntrakranyal
yer kaplayici lezyonlar (tümör, anevrizma)*
*Pupilla anormallikleri eşlik eder ya da edebilir.
TEDAVİ
AKE, immünsüpresif/immünmodülatör tedavi ve pozitif basınçlı
solunum desteği, eskiden ağır mortalitesi olan MGin prognozunu
tamamen değiştirmiş, hastalara normal bir yaşam sürme
şansını vermiştir. İlaçlardan AKElar semptomatik
yarar sağlar, diğerlerinin ise hastalığın immünolojik
kökenine yönelik olduklarından tedavi edici etkileri vardır.
Hastalığın fluktuasyon ve spontan remisyonlarla seyretmesi
ve ağırlık derecesinin her hastada farklı olması
tedavi sonuçlarını değerlendirmeyi güçleştirmektedir.
Kontrollü klinik çalışmaların azlığı da göz önüne
alınırsa, ilaçların hangi kombinasyon halinde ve hangi dozda
kullanılacağı hakkında kesin formüller öne sürmenin mümkün
olmadığı kolayca anlaşılır. Tedavinin doktora ve
hastaya göre bazı değişiklikler göstermesi kaçınılmazdır.
Antikolinesterazlar
AKE, asetilkolinin yıkılmasını engelleyerek sinaptik
aralıkta daha uzun süre kalmasını sağlar. Günlük tedavide
en sık kullanılan piridostigmin bromidin (Mestinon) 60 mglık
oral formudur. Etkisi 15-30 dakikada başlar, 1-2 saatte maksimuma erişir
ve 3-4 saat veya daha fazla sürer. Oral olarak kullanılabilen ve
piridostigmin bromidden çok az farkları olan diğer oral preparatlar
Türkiyede bulunmayan neostigmin bromid (Prostigmin) ve ambenonium kloriddir
(Mytelase).
AKE dozunu ayarlamak oldukça güçtür. Hastaya AKE tedavisinden neler beklenildiğinin
anlatılması ve hastayla çok yakın bir işbirliğinin
sağlanması şarttır. AKEı belirtiler ortaya
çıkmaya başladığı zaman almak gerekir. Beklenen,
ilacı aldıktan 1-2 saat sonra belirtilerin azalması veya
kaybolması, tekrar ilaç saati geldiğinde belirtilerin hafiften
başlamış olmasıdır. Bazı hastalarda bir grup
semptom kaybolurken başka bir grup hiç etkilenmeyebilir. Bu durumda
hastaya hayati fonksiyonları etkileyecek semptomlara (bulber) dikkat
etmesi öğretilmelidir. Hastalar göz bulgularına çok önem
verdiklerinden sıklıkla göz düzelmiyorsa ilacın fazla işe
yaramadığı fikrine varırlar. Hastaya şimdilik gözle
ilgili yakınmalara aldırmamaları söylenmeli, bunların ergeç
düzeleceğini anlatarak hasta rahatlatılmalıdır.
Başlangıçta günde 2-4 kez 60 mglık drajelerden (120-240 mg)
verilir. Hastalığın ağırlığına göre 3
saatte bir 60 mga kadar (480 mg) vermek gerekebilir. Ağır hastalarda
bu doz dikkatle arttırılabilir. Günde sekizden fazla alması
gereken hastaları hastane şartlarında izlemek daha uygundur.
Yüksek dozlarda aynen miyasteniye benzeyen kolinerjik bir tablo ortaya
çıkabilir. Hastalığın ağır dönemlerinde
AKEı olabildiğince 24 saat içine eşit aralıklarla yaymak
gerekir. Hastalık kontrol altına alındığında
sadece gündüz verilebilir ve aralıklar da daha serbest olarak
ayarlanabilir. İmmunsüpresif başlanmışsa amaç,
immünsüpresif ajan etkisini gösterdikçe AKEı azaltmak ve hasta remisyona
girdiğinde kesmektir. Hasta bozulduğunda AKEa yeniden
başlanabilir. Görülüyor ki AKE dozunun hastalığın
ağırlığına, günlük aktivite derecesine,
kullanılan diğer ilaçlara bağlı olarak dinamik olarak
değiştirilmesi gerekmektedir.
Anti-MuSK pozitif MGli hastaların çoğunda piridostigmin işe
yaramadığı gibi aşırı fasikülasyon ve
hipersalivasyondan dolayı tolere edilmeyebilir. Bu hastalarda
piridostigmin sürekli kullanımında işe yaramadığı
halde test dozu verildiğinde ileri bir düzelme görülebilir. Bazı
hastalarda piridostigminin yarayabileceğini de gözden kaçırmamalıdır.
Timektomi
Timomalı hastalarda mutlaka timomektomi yapılmalıdır.
Timektomi, timomasız hastalarda da çok önemli bir yer tutar. Jeneralize
MGli genç hastada tedavinin temel basamaklarından biridir. Elli
yaşın üzerindeki hastalarda ise karar, ameliyatın riskleri ve
timektominin o yaştaki etkisi tartılarak verilmelidir. Pür oküler
miyasteniklerde timektomi genellikle yapılmaz.
Timektominin yararı bilimsel olarak kanıtlanmış
olmamasına rağmen çok sayıda miyasteni hastası gören
hekimlerin genel kanısı timektominin çok işe
yaradığı yönündedir. Timektomiden hastaların üçte iki
kadarının yararlandığı, bunların içinden bir
bölümünün ise remisyona girdiği düşünülmektedir. Bu yarar hemen
ortaya çıkmamakta, ancak bir yıl, hatta birkaç yıl sonra kendini
göstermektedir. Hastalığın erken dönemlerinde yapılan
timektomiden yararlanma şansının daha yüksek olduğu
düşünülmektedir. Anti-AChR pozitif ve seronegatif hastalarda timektominin
yararlı olabileceği düşünülürken anti-MuSK pozitif hastalarda
henüz net bir izlenim elde edilememiştir.
Timektomi hiçbir zaman acil yapılması gereken bir ameliyat
değildir. Ameliyat, hastalar iyi duruma getirildikten sonra
yapılır. Cerrahi yaklaşım klasik olarak transsternal veya
transservikaldir. Daha yeni bir yöntem videotorakoskopik timektomidir. Bizde
timoması olmayan hastalarda bu yöntem uygulanmaktadır, bu sayede
timektominin morbiditesi çok azalmıştır.
Kortikosteroidler
Kortikosteroidler hastaların büyük çoğunluğunu tamamen
düzeltir. Bu düzelme 4-6 hafta içinde görülür. Daha kısa zamanda düzelme
ortaya çıkabildiği gibi düzelme süreci daha da uzayabilir. En çok
prednizolon (PRD) kullanılır.
Hastaların bir bölümünde PRD başlanıldıktan bir
hafta-10 gün sonra kas güçsüzlüğü geçici olarak artabilir. Özellikle
bulber güçsüzlüğü olan hastada bu nedenle denge tümüyle bozulabilir ve
solunum güçlüğü belirebilir. Bu bakımdan PRDu düşük dozda
başlayıp birkaç günde bir yükselterek istenilen düzeye çıkmak,
özellikle ilaca hasta yatırılarak başlanmıyorsa, daha
emniyetli bir yoldur. Hastanede yatan hastada, solunumun korunabileceği
şartlar sağlanabiliyorsa, doğrudan yüksek doz başlanabilir.
Bu yöntem istenen cevabın daha çabuk alınması
bakımından avantajlıdır. Amaçlanan doz 1 mg/kg/gün
civarındadır. Birçok hastada 0,75 mg/kg/gün gibi düşük bir doz
ile istenen yanıt alınabilir. Pür oküler ya da hafif jeneralize
miyasteniklerde daha da düşük dozlar yetebilir, hergün yerine
günaşırı uygulama denenebilir.
PRD başlandıktan sonra hastada bariz bir iyileşme elde
edilince ilaç dozu düşürülmeye başlanır. Yüksek dozları
uzun süre sürdürmemeye çok dikkat etmelidir. Doz düşürme ilacı
günaşırı vermeye yönelik olarak yapılır ve doz
azaldıkça düşürme temposu da yavaşlatılır. PRD
günaşırı 10-20 mg gibi bir idame dozunda sürekli olarak tutulur.
PRD tümüyle kesilirse hastalık büyük bir olasılıkla
alevleneceğinden ilacı ancak hastayla bu risk
tartışıldıktan sonra, hastanın isteği
doğrultusunda kesmek uygundur. Timektomi yapılmış genç
hastalarda azaltıp kesmeye gayret etmek gerekir. PRD düşürülürken ya
da kestikten sonra alevlenme olursa yeniden yüksekçe bir doza çıkarak
vermek ve yeni bir immünsüpresif eklemeyi düşünmek gerekir.
Kortikosteroidlerin yan etkileri arasında kozmetik bozuklukların
yanı sıra uygun tedaviyle kontrol altına alınabilen
hipertansiyon, hiperglisemi ve hiperkolesterolemiyi sayabiliriz. En büyük
problem ise, özellikle menopozdaki kadınlarda kalsiyum ve D vitamini
tedavisine rağmen önlenmesi çok zor olan osteoporozun hızlanması
ve buna bağlı fraktürlerdir. Katarakt oluşumu da sıkça rastlanan
yan etkilerdendir.
Diğer immünsüpressif ilaçlar
Azathioprine, kortikosteroid alamayan hastalarda, kortikosteroid
dozu düşürülürken alevlenme olduğunda, kortikosteroid dozu
hızlıca düşürülmek istendiğinde tedaviye eklenebilir.
Bazı durumlarda (özellikle yaşlılarda) azathioprinee PRD ile
eşzamanlı olarak ya da tek başına başlamanın
avantajları olabilmektedir. Fertil dönemdeki hastalarda temkinli
kullanılmalıdır. Doz 2-2.5 mg/kg/gün olarak hesaplanır.
Etkisi geç (en az 3-6 ay sonra) çıktığından verildiği
ilk aylarda yarar beklenmemelidir. Karaciğer ve lökositler üzerine toksik
etki gösterebildiğinden karaciğer fonksiyon testleri ve kan
sayımı ile izlemek gerekir. Alerjik reaksiyon gelişirse de
ilaç kesilir.
Azathioprinee göre daha az kullanılan cyclophosphamide
ve cyclosporine-A, etkileri daha çabuk ortaya çıkan, ancak yan etkileri
daha çok olan immünsüpresiflerdir. İlkinin lökopeni ve hemorajik
sistit, ikincisinin ise hipertansiyon ve renal toksisite şeklinde olan
bellibaşlı yan etkileri yakından izlenmelidir. Mycophenolate
mofetil, azathioprinei tolere edemeyen hastalarda sıklıkla
kullanılmaya başlanmıştır. Günde 2 gram iki doza
bölünerek verilir. Lökopeni yapabileceğinden kan sayımı ile
izlenmelidir. Az sayıda olguda Rituximab ve metotreksat gibi ilaçlar da
denenmektedir.
İntravenöz immünglobulin (IVIg) ve plazmaferez
Birinin diğerine üstünlüğü kanıtlanmış olmamakla
birlikte, IVIgin etkili olmayıp plazmaferezin etkili olduğu olgular
bildirilmiştir. Diğer taraftan plazmaferezin yan etkileri
(infeksiyon, hipovolemi) IVIge göre daha çoktur. Hastane şartlarına
ve edinilmiş tecrübeye göre seçim yapılır. Bunlar, ani
bozulmalarda kısa süreli olarak ya da diğer immünsüpresiflerle iyi
kontrol altına alınamayan durumlarda uzun süreli olarak kullanılabilen
tedavi şekilleridir. Birkaç gün içinde başlayan olumlu etki birkaç
haftada sona ereceğinden, bunların tek başına
kullanılması söz konusu değildir. Mutlaka başka bir
immünsüpresife ek olarak ya da timektomiye hazırlık amacıyla
kullanılırlar.
MGDE TEDAVİ ŞEMALARI
Erken başlangıçlı jeneralize MG
Piridostigmin ile MG kısmen de olsa kontrol altına
alındıktan sonra hastanın durumunun timektomiye uygun olup
olmadığı değerlendirilir. Hastalık hafifse sadece
piridostigmin ya da ya da IVIg veya plazmaferez eklenerek timektomi
yapılır. Ağır durumlarda timektomi öncesi kortikosteroid
başlamak gerekebilir. Timektomi optimal durumda yapılır.
İmmunsüpresif ilaçlar daha önce başlanmışsa ameliyat
döneminde immünsupresif tedavide büyük değişiklikler yapmamak
gerekir, ameliyattan sonra da en az bir süre ilaçları sürdürmek uygun
olur. Timektomidan önce veya sonra kortikosteroid başlanmış olan
genç hastalarda, kortikosteroidler düşürülürken hastalık
alevlenmiyorsa ilaçları zaman içinde tamamen kesmek, aksi durumda yani sık
alevlenmeler oluyorsa ek bir immünsüpresif vermek düşünülebilir.
Timektominin etkisi bir yıldan önce ortaya çıkmayabileceğinden
yeni bir immünsüpresif başlamakta acele etmemek yerinde olur. Bazen ayda
bir verilen IVIg tedavisiyle zaman kazanılabilir. MG puberte öncesi
başlamışsa timektomi ve mümkünse kortikosteroidlerden puberte
sonrasına kadar uzak durmak iyi olur. IVIg ve plazmaferez işe
yarar.
Geç başlangıçlı MG
Önce yeterli dozda piridostigmin verilerek hastalık kısmen
kontrol altına alınır. Bu yaş grubunda, özellikle 50-55
yaşın üzerinde, timoma yoksa, timektominin etkisi
tartışmalıdır. Timektomi yapılmayacakse hastaları
sadece piridostigmin ile idare etmeye çalışmak risklidir, bu durumda
kortikosteroidler başlamak gerekir. Gerektiğinde ek olarak IVIg veya
plazmaferezden yararlanılabilir. Kortikosteroidlere azathioprine eklenmesi
iyi sonuçlar verir. Hastanın MG ağırlık derecesi
azathioprinein geç yanıtını beklemeye uygunsa tek
başına azathioprine başlamak da bir yoldur. Yukarıda
anlatıldığı şekilde ilaçlar yıllar içinde
düşük bir seviyeye indirilir ve o seviyelerde süresiz tutulur.
Hastanın yaşı ve bu yaşlarda miyastenik krizin daha yüksek
olan mortalitesi düşünülürse ilaçları tamamen kesmek doğru
olmayabilir.
Anti-MuSK pozitif MG
Buradaki önemli farklılıklar, AKEların işe
yaramayabileceği ve timektominin tartışmalı olduğudur.
Biz şimdilik genç hastalarda timektomi yapmayı sürdürmekteyiz.
Kortikosteroidler ile hastaların hemen hepsi düzelir, ancak bu düzelme
yüksek doz kortikosteroidlerlerin olağandan daha uzun bir zaman
kullanımını gerektirebilir. Ek immünsüpresif gerekliliği
daha çabuk gündeme gelebilir. IVIg veya plazmaferez de bu hastalarda daha fazla
kullanılır. IVIg fazla işe yaramayıp plazmaferezin daha iyi
geldiği hastalar vardır. Bazı hastalarda dilde atrofi
geliştiğinde nazone konuşma tüm tedavi seçenekleri kullanıldığı
halde kalıcı olabilir.
Oküler MG
Belirtiler hayati tehlike oluşturmasa da birçok hasta sadece AKE ile
günlük faaliyetlerini rahat sürdüremezler ve immünsüpresif kullanmak zorunda
kalırlar. Tipik olarak düşük doz ve günaşırı verilen
PRDdan (günaşırı 20-30 mg gibi) yararlanırlar. PRDa ek
veya tek başına düşük doz azathioprinein de yeterince etkili
olabildiği bildirilmiştir, özellikle yaşlı hastalarda
denenebilir. Timektomi genellikle yapılmaz.
Timoma
Timektomi mutlaka yapılmalıdır. MG belirtileri, timektomi
yapılmasından etkilenmeyebilir. Tümör çoğunlukla kapsüllü ve
selim niteliktedir. Ancak bir bölümü de habis özellikler taşır ve
çevre dokuya invazyon yapar. Bu durumlarda ek radyoterapi ve gerektiğinde
kemoterapi uygulanır. Uzak metastazlar çok nadirdir. Timomalar tekrarlayabileceğinden
muntazam aralıklarla radyolojik kontrolün yapılması gerekir.
Gebelikte MG
Genç kadınlara gebe kalmadan önce miyasteninin kontrol altına
alınması ve ilaçların mümkün olabildiğince düşük bir
seviyeye getirilmesi gerektiği anlatılır. Gebelik
sırasında AKE ihtiyacı değişebilir ve ayarlanması
gerekir. Hasta kortikosteroid alıyorsa aynen sürdürülür. Biz gebelik
sırasında azathioprine vermiyoruz, zararı
olmadığını savunanların yanında kesin bilgilerin
olmadığını vurgulayanlar da bulunmaktadır. Doğum
normal yolla yapılabilir, anestezi gerekiyorsa epidural anestezi tercih
edilir. Loğusa döneminde dikkatli olmak gerekir.
Miyastenik kriz
Gelişen solunum güçlüğü mekanik ventilasyon kullanmayı
gerektiren düzeye vardığında miyastenik krizden söz edilir.
Özellikle ağır bulber tutulumu olan hastalarda her an beklenilmesi ve
acil müdahale edilmesi gereken bir durumdur. Konuşma, yutma ve
çiğnemesi çok iyi olan bir hastada solunum güçlüğü gelişirse
bunun miyasteniye bağlı olmadığını, başka
bir sebep aramak gerektiğini düşünmek daha doğrudur.
Solunum güçlüğü gelişmeye başlayan hasta genellikle
piridostigmin dozunu artırarak iyileşmeye çalışır.
Bazen piridostigmin o kadar çok alınır ki miyastenik yerine
kolinerjik semptomlar ön plana çıkar ve kolinerjik kriz söz konusu
olabilir. İşin zor tarafı, fazla asetilkolinin çizgili kas
üzerindeki etkisinin (nikotinik etki) miyasteniye benzer bir tablo
yaratmasındadır. Asetilkolinin çizgili kas dışı
etkileri (müskarinik etkiler - mide bulantısı, barsak hareketlerinin
artması, terleme, hipersalivasyon) ile nikotinik etkiler birlikte
gitmediğinden müskarinik etkilerin olması ya da olmaması da
ayırıcı tanıda yararlı değildir. Solunum
güçlüğü içindeki hastada miyastenik ve kolinerjik krizleri birbirinden
ayırmak neredeyse olanaksız olduğundan yapılacak en
doğru davranış hastanın solunumunu güvenceye almak ve
mekanik ventilasyonun yapılabileceği şartları
sağlamaktır. Yine de miyastenik krizin kolinerjikten çok daha
sık olduğunu bilmekte yarar vardır; hasta az piridostigmin
kullanmaktaysa reanimasyon şartları sağlanana kadar
piridostigmin verilmelidir.
Tablo 14 .
Miyastenide Kullanılabilecek Tedavi Şemaları
ERKEN BAŞLANGIÇLI JENERALİZE MG (sırayla)
1.
Uygun dozda AKE
2.
Gerekirse IVIg veya plazmaferez
3.
Gerekirse kortikosteroid
4.
Optimal durumda timektomi
5.
Timektomi sonrasında olabildiğince (en az bir yıl) beklemeye
çalışılır, gerektiğinde aylık IVIg verilir ve çok
gerekirse kortikosteroid başlanır
6.
Kortikosteroid timektomiden önce veya sonra başlanmışsa
zaman içinde yavaşça doz düşürülür ve hastanın durumuna göre
düşük bir dozda sürekli tutulur veya kesilir
7.
Kortikosteroidler düşük doza düşürülemiyorsa azathioprine eklenir
8.
AKElar daima ihtiyaca göre verilir, hasta düzeldikçe azaltılır ve
kesilir
GEÇ BAŞLANGIÇLI JENERALİZE MGDE FARKLAR
*Timoma varsa timektomi mutlaka yapılır, yoksa
birçok merkezde timektomi endikasyonu konmaz (özellikle >50 yaş)
*Timektomi yapılmayacaksa ve kortikosteroid
başlanıyorsa azathioprine daha çabuk eklenebilir, hatta
ağır olmayan olgularda azathioprinei tek başına vermek
düşünülür
*Kortikosteroid düşük bir doza getirip sürdürülür,
kesilmesi planlanmaz
OKÜLER MGDE FARKLAR
*Timektomi genellikle düşünülmez
* Kortikosteroidleri günaşırı ve
düşük dozda vermek genellikle yeterlidir
ÖZEL DURUMLAR
Neonatal miyasteni
Miyastenik annelerin % 10-15inin çocuğunda doğumdan sonraki 3
gün içinde miyastenik semptomlar görülür. Belirtiler annedeki antikorların
pasif olarak çocuğa geçmesine bağlıdır. Belirtiler 2-3
haftada kaybolur, ancak bu süre içinde AKE ile tedavi gerekebilir.
MG ve diğer otoimmün hastalıklar
MG ile birlikte olabilen otoimmün hastalıkların başında
tiroid hastalıkları gelir. Tiroid hastalıklarının
tedavisi miyasteniyi olumlu yönde etkileyebilir. Romatoid artrit, psoriasis,
pernisiyöz anemi ve otoimmün aplastik anemi gibi hastalıklar da MGe
eşlik edebilir.
MGde ilaç kullanımı (Tablo 15)
Nöromüsküler kavşağı etkileyen birçok ilaç miyastenik
hastanın durumunu bozabilir, hatta MGin ortaya çıkmasına neden
olabilir. MG iyi kontrol altındayken kötü etkilenme
olasılığı görece olarak azdır. Bunların
arasında en çok dikkat edilmesi gereken ilaçlar antibiyotiklerdir.
Aminoglikozid grubu, telitromisin, linkomisin ve sulfametoksazol + trimetoprim
gibi antibiyotikler miyasteniklere verilmemelidir, mutlaka verilmesi gerekirse
ciddi kötüleşme ve mekanik ventilasyon olasılığı göz
önünde tutulmalıdır. Antiaritmikler (procainamide, kinidin) ve
b-adrenerjik blokerler miyasteniyi bozabilir. Depolarizan ilaçlar
(süksinilkolin) dikkatle kullanılmalıdır. Magnezyum ve BT yaparken
kullanılan iyotlu kontrast madde güçsüzlüğü artırabilir.
D-penisilamin MG ortaya çıkarabilir.
Bu hastalarda, ilaçlar miyasteniyi bozacak korkusuyla, MG
dışı hastalıkların yetersiz tedavi edilmesi de ciddi
bir sorun yaratır. Bu bakımdan miyastenik belirtileri artırmayan
ilaçları bilmek büyük önem taşır. Daha rahat
kullanılabilecek ilaçlar arasında sefalosporin ve penisilin grubu
antibiyotikleri, SSRI grubu antidepresanları, alprazolam, asetilsalisilik
asit ve parasetamolu sayabiliriz. Ancak sakınılacak ilaç listesinde
yer almasa bile her yeni ilaç kullanımı sırasında
hastayı yakından izlemek, gerektiğinde ilacı kesmek
gerekir. İlaç konusunda MG için yapılacak uyarılar
aşağıda anlatılacak olan Lambert Eaton miyastenik sendromu
için de geçerlidir.
Tablo15. Miyastenide İlaç Kullanımı
KULLANILMAMASI GEREKEN İLAÇLAR
|
Bazı antibiyotikler · Aminoglikozitler (gentamisin, streptomisin, tobramisin, amikasin, kanamisin, neomisin ve diğerleri) · Linkomisin · Sulfonamid · Sulfametoksazol + trimetoprim · Tetrasiklin · Kloramfenikol ·
Polimiksin Kinin Antiaritmik ve b-blokerler ·
Prokainamid, propranolol, lidokain ve diğerleri Bazı antiepileptikler
(Fenitoin) Kürar ve türevleri Morfin ve diğer narkotik
analjezikler Trankilizan ve barbitüratlar Lityum Magnezyumlu laksatifler ve
antiasidler D-penisilamin Östrojen içeren preparatlar |
KULLANILMASINDA GENELLİKLE SAKINCA OLMAYAN İLAÇLAR
|
Bazı antibiyotikler · Sefalosporinler · Penisilinler (ampisilin dışında) Analjezikler · Parasetamol · Asetilsalisilik asit |
LAMBERT EATON MİYASTENİK SENDROMU
Lambert Eaton miyastenik sendromu (LEMS) ön planda bacaklarda güçsüzlük ile
karakterize, tümörle ilişkili (paraneoplastik) olabildiği gibi tümör
olmadan da ortaya çıkabilen, motor ve otonomik sinir terminallerindeki
voltaja bağımlı kalsiyum kanallarının hedef
alındığı otoimmün kökenli bir hastalıktır. Ender
rastlanan bir hastalık olan LEMS daha çok 40 yaşın üzerinde
başlarsa da çocuklarda bile görüldüğü bildirilmiştir. Eskiden
erkeklerde daha sık bilinirken artık kadınlarda ve erkeklerde
eşit olarak görülmektedir.
Klinik olarak, kas güçsüzlüğü, azalmış kemik veter
refleksleri ve otonomik fonksiyon bozukluğu görülür. Hastalık
genellikle bacaklarda subakut olarak gelişen güçsüzlük ile başlar. Bu
güçsüzlüğün muayene ile ortaya çıkarılabilen bir özelliği
vardır: Kasın ilk kontraksiyonu zayıfken hareket
tekrarlandıkça ikinci kontraksiyondan itibaren kas geçici olarak
kuvvetlenir (fasilitasyon), sonra yine zayıflar. Nörolojik muayenede hafif
güçsüzlüğü olan bir hastanın bu güçsüzlükten beklenmeyecek ölçüde
ağır yürüme güçlüğü olduğu dikkati çeker. Güçsüz kas,
ağrılı ve hassas olabilir. Kollardaki güçsüzlük daha hafiftir.
Ekstremitelerdeki güçsüzlüğe ptoz ve çift görme gibi oküler bulgular,
yutma-konuşma-çiğneme güçlüğü gibi bulber belirtiler
eklenebilir, ancak bunlar MGin aksine çoğu zaman geri plandadır.
Hastalığın bellibaşlı otonomik belirtileri
ağız kuruluğu ve impotansdır.
LEMS antikorlar aracılığıyla oluşan otoimmün bir
hastalıktır. Voltaja bağlı kalsiyum kanallarına (VGCC)
karşı antikorlar (en çok P/Q tipi) LEMSli hastaların %
90ında gösterilebilir. VGCC, motor ve otonomik sinir terminallerinde
AChin presinaptik membrana füzyonunu ve salınımını
sağlar. İşte bu kanalların otoimmün saldırı
sonucu azalması ACh salgılanmasının azalmasına neden
olur.
Hastaların yarısından fazlasında kanser saptanır,
bunların da büyük çoğunluğu küçük hücreli akciğer
kanseridir. Nöroektodermal kökenli bu tümörde bol miktarda VGCC bulunur.
Kanserle ilişkili olan ve olmayan LEMS klinik olarak birbirinden
farklı değildir, ancak kanserle ilişkili olanda belirtilerin
daha hızlı ilerlediğini gösteren çalışmalar
vardır. Kanser olmayan hastalarda başka otoimmün hastalıklar ya
da otoantikorlar bulunabilir.
Tanıda en yararlı laboratuvar incelemesi EMGdir. İstirahat
halinde bileşik kas aksiyon potansiyellerinin (BKAP) amplitüdü
düşüktür. Kasın yüksek frekanslı ardışık sinir
uyarımından sonra elde edilen BKAP amplitüdünün istirahat
halindekinin iki veya daha fazla katı olduğu görülür (fasilitasyon).
Yüksek frekanslı ardışık sinir
uyarımı kalsiyumun sinir terminali dışına
çıkmasını önler ve daha çok ACh salgılanmasını
sağlayarak nöromüsküler geçişi düzeltir. Elektrofizyolojik (ve
klinik) olarak gözlenen fasilitasyon bu şekilde açıklanır.
Yüksek frekans vermek yerine yerine kasa 10 saniye istemli kontraksiyon (15-20
Hze tekabül eder) yaptırmak tercih edilir. Düşük frekanslı
ardışık sinir uyarımı ile ise MGde olduğu gibi
dekrement görülür, ancak dekrement patterni MGden bazı
farklılıklar gösterebilir (Ayrıca bakınız: Elektromiyografi).
Tek lif EMG ile de nöromüsküler kavşakta iletimin bozulmuş
olduğu saptanabilir. Ancak MG ile LEMS ayırımı motor ileti
incelemeleri ve ardışık sinir uyarımı ile
yapılabilirken tek lif EMG ile bu ayırım pratik olarak
yapılamaz.
Presinaptik bir patolojiyi düşündüren bu elektrofizyolojik bulgular
klinik ile birleştirilerek tanı konur. Hastaların çoğunda
serumda anti-VGCC antikorları gösterilebilir. Kanserli hastalarda antikor
bulma olasılığı daha yüksektir. Tanı konduktan sonra
dikkatle akciğer kanseri ve diğer kanserler yönünden
araştırma yapmak gerekir. Tümör LEMS tanısı ile aynı
zamanda saptanmayabilir, özellikle ilk yıl içinde olmak üzere beş
yıla kadar ortaya çıkma olasılığı vardır. Bu
bakımdan hastaya belli aralarla toraks bilgisayarlı tomografisi
yapmak gerekir.
Ayırıcı tanıda ekstremitelerde subakut güçsüzlük ile
başlayan polimiyozit gibi hastalıklar, okülobulber belirtiler de
eklendiği zaman MG düşünülmelidir. Yine presinaptik bir patoloji
sonucu ortaya çıkan botulizmin kliniği ise çok farklıdır.
Tümörün tedavisi LEMS bulgularının da gerilemesine neden
olabilir. Hastalar bir potasyum kanal inhibitörü olan 3,4 diaminopyridineden
çok yararlanırlar. Bu ilaç tek başına veya piridostigmin ile
kombine edilerek kullanılabilir. Guanidin hidroklorid yan etkileri
bakımından tercih edilmez. Birçok hastada ancak immünolojik tedavinin
eklenmesi ile hastalık kontrol altına alınabilir.
İmmunolojik tedavide MGde anlatıldığı gibi
kortikosteroidler ve/veya azathioprine, kısa vadede yarar için de plazmaferez
ya da IVIg kullanılır.
BOTULİZM
Anaerobik bir bakteri olan Clostridium botulinum toksini ile
oluşan bir hastalıktır. (Ayrıca bakınız: Sinir Sistemi
İnfeksiyonları)Toksin motor ve otonomik sinir
terminallerinden AChin salınımını engelleyerek presinaptik
bir patoloji yaratır. Evde yapılmış konserve başta
olmak üzere toksin içeren gıdaların yenmesiyle, nadiren de yarada
toksin üremesiyle oluşur.
Belirtiler, kontamine gıdanın yenmesinden 12-36 saat sonra
bulanık görme, ptoz ve diplopi ile başlar. Bu sırada hastalarda
mide bulantısı ve kusma da vardır. Üç-dört gün içinde bulber ve
ekstremite kaslarında güçsüzlük eklenir. Ağız kuruluğu,
kabızlık, idrar retansiyonu, midriazis ve pupilla
cevapsızlığı gibi otonomik belirti bulgular dikkati
çeker. Ağır mortalitesi olan bu hastalıkta genellikle çok
kısa zaman içinde solunum yetmezliği belirir ve mekanik ventilasyon
yapmak gerekir.
Miyastenik tablonun akut yerleşmesi, mide bulantısı,
kusmanın olması, otonomik belirtilerin eşlik etmesi, evde
yapılmış konserve yeme öyküsü, birden çok kişide benzer
belirtilerin görülmesi ve EMG bulguları ile tanı konur. EMG,
presinaptik nöromüsküler hastalıklarda görülenlerle (LEMS için
anlatılanlarla bakınız) uyumludur.
Çok erken verilen antitoksin yararlı olur, ancak tedavinin esası
mekanik ventilasyonun sağlanmasıdır. Düzelme çok
yavaştır, birkaç ay sürebilir.
KONJENİTAL MİYASTENİK SENDROMLAR
Konjenital miyastenik sendromlar (KMSlar), nöromüsküler
kavşağın herediter bir grup hastalığıdır.
KMSlar immünolojik olmadığından serumda antikor bulunmaz ve
immünolojik tedaviye yanıt yoktur. Bu hastalıklar genellikle ilk
yaş içinde oküler, bulber ve ekstremite kaslarında güçsüzlük ile
kendini gösterir. Nadiren daha geç yaşlarda
başladığında tanı koymak zorlaşır.
Ardışık sinir uyarımı ve tek lif EMG bulguları
MGde görülenlere benzer. Tedavide piridostigmin önemli bir yer tutar, ancak
piridostigmin ile kötüleşen KMS tipleri olduğunu bilmek gerekir.
KMS, presinaptik, sinaptik veya postsinaptik bir patolojiye bağlı
olabilir (Tablo 16). Klinik olarak çoğu zaman mümkün olmayan bu
ayırım, dünyada çok az merkezde gerçekleştirilebilen morfolojik
incelemeler ve artık bunların yerini alan genetik testlerle
yapılabilir hale gelmiştir.
Tablo 16: Konjenital Miyastenik Sendromlar (çok
nadir olanlar listeye alınmamıştır)
Postsinaptik
AChR eksikliği
Kinetik
anormallikler (yavaş kanal, hızlı kanal)
Rapsin
eksikliği
DOK7 eksikliği
Sinaptik
Son plak AChE
eksikliği
Presinaptik
Kolin asetiltransferaz eksikliği
Defektin en sık postsinaptik olduğu ve mutasyonların
çoğunun da AChR geni ε subünitesinde
yoğunlaştığı gösterilmiştir. KMSlar
arasında en sık görülen AChR eksikliği bebeklikte başlar,
ön planda oftalmoparezi ile seyreder ve iyi prognozludur. Genellikle ilk 3 ay
içinde çocuğun kısık sesle ağladığı ve iyi
ememediği dikkati çeker, daha sonra ptoz farkedilir. Zaman içinde bulber
belirtiler geriler ve göz belirtileriyle kol ve bacaklardaki yorgunluk süregelir.
Nörolojik muayenede bilateral ptoz olduğu ve gözlerin çok az hareket
ettiği, neredeyse orta hatta fikse olduğu görülür. Bu göz hareket
bozukluğu kronik ve büyük ölçüde simetrik olduğundan çift görme yok
denecek kadar azdır. Belirtiler gün içinde fluktuasyon gösterir ve
antikolinesterazlara kısmen de olsa yanıt verir.
Farklı tedavisi olan iki KMS tipinden sözetmekte yarar vardır:
AChE eksikliği ve AChRünün uzun süre açık kalmasına
bağlı yavaş kanal KMS. Bu iki tipi birbirinden ayırmak
zordur. Her ikisinde de diğer belirtilere ek olarak kol ve elin
ekstansor kaslarında güçsüzlük ve atrofi gelişebilir. Her ikisinde de
solunumla ilgili problemler ön planda olabilir. EMG bulguları da benzer:
Motor ileti incelemelerinde tekrarlayan bileşik kas aksiyon potansiyelleri
(BKAP) dikkati çeker, yani normal BKAPı izleyen daha düşük ampitüdlü
BKAPlar görülür. Her KMS olgusunda bu tanıları kaçırmamak için
tekrarlayan BKAPların aranması önemlidir. Bu iki tip KMS
piridostigmine yanıt vermez, hatta piridostigminle kötüleşebilir.
AChE eksikliğinde efedrin veya albuterol, yavaş kanal KMSde ise
kinidin ve fluoxetine yararlı olabilir. Gerektiğinde BiPAP ile
solunumun düzeltilmesi de çok önemlidir.
Son zamanlarda, rapsyn ve DOK7 eksikliğinin neden olduğu
KMSların da bu sendromlar arasında önemli bir yer tuttuğu
anlaşılmıştır. DOK7 eksikliği olan hastalar da
efedrinden yararlanabilirler.
Miyastenik yakınmalar çok silik olduğu halde aniden solunum
krizine girildiği epizodik apne adı verilen tablonun kolin asetiltransferaz
enzimi eksikliğine bağlı olduğu
anlaşılmıştır. Bu hastalarda profilaktik olarak
antikolinesterazlar verilmeli ve hastalar çok yakından izlenmelidir.
BAŞVURULMASI ÖNERİLEN KAYNAKLAR
KİTAPLAR
· Amato A, Russell JA. Neuromuscular Disorders. New York: McGraw-Hill; 2008.
· Aminoff MJ, ed. Neurology and General Medicine (4. Baskı). Philadelphia: Churchill Livingstone Elsevier; 2008. (Bu kitap Türkçeye çevrilmiştir).
· Bradley WG, Daroff RB, Fenichel GM, Jankovic J. Neurology in Clinical Practice. The Neurological Disorders (5. baskı). Boston: Butterworth-Heinemann; 2008. (Bu kitap Türkçeye çevrilmiştir).
· Carpenter S, Carpati G. Pathology of Skeletal Muscle (2. Baskı). Oxford: Oxford University Press; 2001.
· Deymeer F, ed. Neuromuscular Diseases: From Basic Mechanisms to Clinical Management. Basel: Karger; 2000.
· Emery AEH. Diagnostic Criteria for Neuromuscular Disorders (2.Baskı). London: Royal Society of Medicine Press; 1997.
· Emery AEH, ed. Neuromuscular Disorders: Clinical and Molecular Genetics. Chicester: John Wiley & Sons; 1998.
· Engel AG, Franzini-Armstrong C, eds. Myology (3. Baskı). New York: McGraw-Hill; 2004.
· Kandel ER, Schwartz JH, Jessell TM. Principles of Neural Science. New York: McGraw-Hill; 2000.
· Lane RJM, ed. Handbook of Muscle Disease. New York: Marcel Dekker; 1996.
· Mastaglia FL, Hilton-Jones D, eds. Handbook of Clinical Neurology (Myopathies and Muscle Diseases) (1. Baskı). Amsterdam; Elsevier; 2007.
· Ropper AH, Brown RJ, eds. Adams and Victors Principles of Neurology. New York: McGraw-Hill; 2005. (Bu kitap Türkçeye çevrilmiştir).
· Metabolic myopathies (Neurologic Clinics 18;1, Ed: John Vassalio) Misafir Ed: R Pourmand. Philadelphia: W.B. Saunders; 2000.
· Schapira AHV, DiMauro S, eds. Mitochondrial Disorders in Neurology. Oxford: Butterworth-Heinemann; 1994.
GENEL NÖROLOJİ DERGİLERİ DIŞINDA KAS HASTALIKLARINA ÖZELLİKLE YOĞUNLAŞAN SÜRELİ YAYINLAR (DERGİLER)
· Neuromuscular disorders
· Muscle and Nerve
· American Academy of Neurology Yıllık Eğitim Kursu Materyelleri: Neuromuscular Disease
· Acta Myologica (Myopathies and Cardiomyopathies)
KAS HASTALIKLARINA YOĞUNLAŞAN İNTERNET ADRESLERİ
· www.neuro.wustl.edu / neuromuscular
· www.dmd.nl
· www.mdausa.org